Kapat
Üye Girişi
Motovento
Reklam Alanı
Motomax
Reklam Alanı
1. sayfa 12 SonuncuSonuncu

91. yıl Çanakkale coşkusu

    Motovento
    REKLAM ALANI
  1. #1
    Admin Erhan Erdil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    14 Nisan 2003
    Şehir
    İstanbul
    Motosikleti
    MT-09 Tracer

    ÇANAKKALE ZAFERİ'NİN 91. YILDÖNÜMÜ KUTLU OLSUN...

    Geçemediler, Geçemeyecekler ! 18.Mart.1915Yaşama hakkına şerefi ile ulaşan bir milletin yazdığı kahramanlık destanıdır "Çanakkale". 91.yıl önce düşman kuvvetlerini tüm olumsuz şartlara rağmen püskürten, yaşadığı birçok imkânsızlığa rağmen pes etmeyen, kanının son damlasına kadar savaşarak, bugün üzerinde nefes aldığımız toprakları bizlere hediye eden ulu önder atalarımızı rahmetle anıyoruz. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk komutasındaki ordumuz bu şanlı tarihi yazarken 253 bin şehit vermiş, oluk oluk akan kanlari ile bayrağımızı şereflendirmiştir. Böylesine şerefli bir nesilin evlatları olduğumuz için gurur duyuyor, onların emanetini sonsuza dek koruyarak yaşatacağımızı bir kez daha belirtmekte fayda görüyoruz.

    Bu vesile ile ülkemizin bölünmez bütünlüğüne, vatanımızın bir karış toprağına göz dikerek haddini aşan herkese, şanlı "Çanakkale Zaferi"ni hatırlatarak, yaşayacakları sonu göstermek istiyoruz...

    İşte Çanakkale Destanı...

    3 Kasım 1914 sabahı İngiliz filosunun Seddülbahir, Ertuğrul, Kumkale ve Orhaniye'ye bombardımanıyla ilk deniz savaşı başladı. 3 İngiliz zırhlısı ve 2 kruvazörü Gelibolu yarımadası kıyılarına ve 2 Fransız zırhlısı da Anadolu kıyılarına sabah saat 06.50'de yaklaştı. 20 dakika süren top ateşinden sonra çekip gittiler.
    Bu bombardımanda şehit düşen 5 subay ile 81 er, Çanakkale Savaşları'nın ilk şehitleri olarak tarihe geçti...
    19 Şubat 1915'te 11 büyük zırhlı, 3 kruvazör, 18 muhrip, 3 denizaltı, 7 mayın tarama gemisinden kurulu ittifak filosu Kumkale, Seddülbahir, Ertuğrul, Orhaniye bataryalarını cehennem gibi bir ateş baskısı altında tuttular. Bu bombardıman 9.35'te başladı, 17.30'da sona erdi. Düşman, saldırı planının birinci merhalesini tamamlamıştı...

    Havaların bozması, düşman donanmasının tutunamayarak uzaklaşmasını sağladıysa da 6 gün sonra müsait havadan yararlanarak İngilizler, 25 Şubat'ta tekrar boğaz önünde göründü. Boğaz girişindeki tabyaların susturulmasından sonra Amiral Carden'ın yaptığı planın ikinci aşaması uygulanacaktı. Bu saldırı, daha fazla kuvvetle ve daha fazla kuvvetli bir şekilde idi. Bu savaşa Queen Elizabeth, Agamemnon, Golyat, Lord Nelson, Charlemagne, Triumph ve Albion zırhlıları ile birlikte bir çok irili ufaklı harp gemileri katıldı.
    Bu görkemli ve modern savaş gemileri, Ertuğrul tabyasından yapılan atışlarla bu kez bir hayli sıkıştılar. Agamemnon'a, Ertuğrul tabyasından bir mermi isabet ederek büyükçe bir yara aldırdı.

    Nusret Mayın Gemisi...
    Almanya'da 1910 yılında inşa edilmiş, kömür kazanlı, 40 metre boyunda, 7.5 metre genişliğinde, 360 tonluk, güvertesinde 40 mayın taşıyan Nusret mayın gemisi, savaşın gidişatını değiştirecekti. Saatte ancak 12 mil yapan bu geminin komutanı Tophaneli Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey'di. Mayın uzmanı Alman Yarbay Geehl ile birlikte Çimenlik Kalesi'nden aldığı mayınları 18 Mart deniz saldırısından 10 gün önce, 8 Mart 1915'te sabaha karşı yağmurlu ve puslu bir havada önce Rumeli sahilini takip etti, sonra karşıya dönerek Erenköy koyuna kıyıya paralel olarak 26 mayın döşedi. Mayınların bırakıldığı Karanlık Liman özenle seçildi. Büyük düşman gemilerinin isabetli atış yaptığı bu saha, denizcilikte ''durgun su'' diye bilinen özelliği taşıdığı için zırhlılar karadaki sabit kaleler gibi atış yapabiliyordu. 8-18 Mart arasındaki süre içinde Erenköy Körfezi'ni tarayan İngiliz mayın temizleyicileri sadece 3 mayın bulabilmişti. Nusret'in döşediği mayınları ne onlar, ne de havadan sahayı kontrol eden keşif uçakları görebildi. Karanlık Liman üzerinde uçan bir düşman uçağı, hiçbir mayın görmemiş ve temiz raporu vermişti. Uçağın pilotu bu sürpriz mayınların başarısından 1 gün sonra kurşuna dizildi...
    İngiliz Deniz Bakanı Churchill, Nusret mayın gemisinin başarısını en iyi şekilde özetlemiştir: ''Bu gün dünya denizlerinde görev yapmakta olan 5 bini aşkın savaş gemisinden hiçbiri Nusret ve onun döktüğü mayınlar kadar, harbin gidişine ve düşmanın geleceğine etkili olarak bir başarı gösterememiştir''...

    18.Mart.1915
    Sıra artık Amiral Carden'ın planının üçüncü ve dördüncü devrelerini uygulamaya gelmişti. Yedi aydır üstlendiği görevler ve Ege'nin tuzlu sularında geçirilen zor kış ayları, Carden'ı sağlık yönünden çok yıpratmıştı, hastaydı ve son harekatı yürütecek gücü kalmamıştı. Doktorların kesin raporu üzerine görevi Amiral De Robeck'e devrederek 16 Mart'ta Londra'ya döndü.
    26 Şubat-17 Mart arasındaki günleri İtilaf devletleri donanması mayın arama tarama faaliyetleriyle geçirdi. Bu arada bazı bölgelere tahrip müfrezeleri çıkarılarak, susturulmuş topların tahribine çalışıldığı gibi methalle merkez arasında ve merkezde bulunan bazı bataryalar da bombardıman edildi. 18 Mart sabahı... Saat 10.30'da üç tümen halinde tertiplenmiş müttefik filo gemileri boğaza girmeye başladı. Birinci Tümen gemileri saat 12.00'ye kadar merkez tabyalarını yoğun ateş altına aldı. Saat 12.00'de İkinci Tümen gemileri Agamemnon, Ocean ve Irresistible, Birinci Tümen gemilerinin aralarından geçip 12 bin yardadaki yerlerini alarak ateşe başladı. Bu sırada, Erenköy bölgesindeki obüs bataryalarının menziline giren Agamemnon, 25 dakikada 12 isabet alarak ağır hasara uğradı. Aynı şekilde Irresistible da aldığı 6 isabetle ağır hasarlı olarak çekilme manevrasına başladı. Üçüncü tümeni oluşturan Fransız gemileri, cesaretle tabyalara sokularak yoğun ateşe başladı. Aradaki bataryalar susturulmuş, merkez tabyalar henüz ezilememişti. Diğer gemiler de boğazdan içeri girmiş, bombardımana destek vermekteydi. Bu arada, şiddetli hasar görmüş olan Rumeli-Mecidiye Tabyası'nda Onbaşı Seyit, menzilindeki Ocean zırhlısına nişan almış ve sağ kalan arkadaşlarının yardımıyla üçüncü atışta isabet kaydetmişti. Aynı anda, aldığı isabetlerle zor durumda kalan Fransız filosu, Amiral De Robeck tarafından geri çağrıldı. Gemiler, daha önce yaptıkları gibi Anadolu sahillerine doğru dönüşlerini tamamlarken saat 13.55'te Fransız zırhlısı Bouvet, hiç kimsenin beklemediği bir yerde bir gece önce Nusret'in döşediği mayınlara çarptı ve yardımına dahi gidilemeyecek kısa sürede sulara gömüldü. Fransız gemilerinin terk ettiği hattı 11 adet İngiliz muharebe gemisi aldı, saat 15.35'te Irresistible ve Ocean gemileri de Nusret'in mayınlarına çarptı. Daha sonra her iki gemi de akıntıyla sürüklenerek Türk topçularının menziline girdi ve topçu ateşleriyle batırıldı.

    ''GİDİYORLAR, GEÇEMEDİLER, GEÇEMEYECEKLER''
    Bölgedeki mayın tehdidinin boyutlarını gören Amiral De Robeck, en kuvvetli 3 gemisini kaybetmiş olarak saat 19.00'da filosuna ''boğazı terk edin'' emrini verdi.
    Boğazdan çıkan gemilere bakan Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa'nın şunları söylediği duyuldu:
    ''Gidiyorlar, geçemediler, geçemeyecekler''...Müttefik filo 800 personel kaybederken, Türkler ise bu savaşta 58 şehit verdi, 3-4 asker ise yaralandı...Boğazı donanmayla zorlayıp geçmek için yapılan bu büyük girişim ancak ''şiddetli bir yenilgi'' olarak tanımlanabilecek biçimde son bulmuştu...Bu denli fazla kayıp, kara kuvvetlerinin yardımı olmadan boğazın geçilmesini şüpheli kılıyordu. Sonunda, Deniz Bakanı Churchill, boğazın denizden kara harekatı olmadan geçilemeyeceğine ikna olmuştu. Böylece Çanakkale Harekatı'nda yeni bir sayfa açılıyordu: çıkarma harekatı ve kara savaşları...18 Mart'ta kazanılan zafer, yıllardır süren yenilgiler nedeniyle ümitsizliğe kapılmak üzere olan Türk milletine yeni bir heyecan verdi.

    18 Mart, 19 Mayıs'ın, 23 Nisan'ın, 30 Ağustos'un ve 29 Ekim'in müjdecisi oldu...

    Çanakkale Deniz Zaferi'nin 91. Yıldönümü, ''Zafer Haftası'' ve ''18 Mart Şehitler Günü'', 12-18 Mart 2006 tarihleri arasında yapılacak çeşitli etkinliklerle kutlanacak.12 Mart Pazar günü Çimenlik Kalesi Askeri Müze önünde yapılacak açılış töreniyle başlayacak kutlama programı kapsamında, Ulu Önder Atatürk ve Aziz Şehitler anısına saygı duruşunda bulunulacak, İstiklal Marşı ile Türk Bayrağı göndere çekilecek. Çanakkale Deniz Müzesi'nde, sergi açılışı yapılacak. 18 Mart günü, Cumhuriyet Meydanı'ndaki Atatürk Anıtı'na çelenk sunulmasıyla başlayacak tören, 18 Mart Stadı'nda yapılacak kutlamayla devam edecek. Hava Kuvvetleri Komutanlığı Türk Yıldızları Akrotim Filosu Çanakkale Boğazı semalarında gösteri uçuşu sunacak.

    GELİBOLU YARIMADASI'NDAKİ TÖRENLER

    18 Martta Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı'nda Çanakkale Şehitler Abidesi önünde yapılacak törenin ardından, Morto Koyu Ziyaretçi Dinlenme Parkı, Ertuğrul Tabyası, 57. Alay Şehitliği'nin bulunduğu bölgede 23 numaralı şehitliğin açılışı yapılacak. Ayrıca Yahya Çavuş Muharebe mizanseni icra edilecek ve Mehmetçik Ormanı'na fidan dikilecek.

    DİĞER ETKİNLİKLER

    Çanakkale Deniz Zaferi'nin 91. Yıldönümü nedeniyle, ayrıca İntepe, Kumkale, Hasan Mevsuf, Hastanebayırı, Barbaros, Sargı Yeri Şehitliği ve İlk Şehitler Anıtı, askeri birlik ve öğrenciler tarafından ziyaret edilecek. ''18 Mart Şehitler Günü'' dolayısıyla, Esnaf ve Sanatkarlar Birliği Başkanlığı'nca mevlit okutulacak. ''Zafer Haftası'' boyunca, Devlet Güzel Sanatlar Galerisi, 90. Yıl Kültür Merkezi, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Süleyman Demirel Konferans Salonu, Kordon ve Yat Limanı'nda çeşitli etkinlikler düzenlenecek, 9. Geleneksel Çanakkale-Ankara Zafer Koşusu ve Ergin İzci Yürüyüşü gerçekleştirilecek.



    Müttefik bombardımanında patlamayan bir top mermisi.



    Çanakkale'de savaşan komutanlar: (sağdan
    itibaren) Hulusi ve Nazmi Bey, Ayaktakiler; Esat Paşa, M.Kemal Bey,Arkadakiler; Kur.Alb.Kannengiesser, (solda) Bozyakalı Wilmer, Kur. Bşk. Fahrettin(Org.Altay), (kalpaklı)Kur. Kemal (Ohri), (yüzününyarısı görünen) Grup Kur. Bşk. İzzettin (Çalışlar)


    Siperlerindeki Türk askerleri fotoğraf çektiriyor.


    Majestik Zırhlısı batarken diğer gemilerdeki askerler seyrediyor. (27 Mayıs 1915)


    Türk askerleri İngiliz keşif uçaklarına ateş ediyor


    75 kiloluk (215 okka) top mermisini sırtında taşılan er Edremit-Hayranl Seyit


    Arıburnu Kanlısırt'ta düşman siperlerine dikilen alay sancağı. Sancak muhafızları kaçan düşman askerlerini seyrediyor


    REKLAM ALANI
    Oktay Motor CF Moto Polaris Mondial
    Motomax
  2. #2
    Süper Moderatör Olcay Avşar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    10 Mayıs 2005
    Şehir
    İstanbul / Çekmeköy
    Motosikleti
    Honda NC 750X

    91. yıl Çanakkale coşkusu

    Çanakkale ve İstiklal Savaşı'na katılan çok sayıda çocuk emsalsiz kahramanlıklar sergiledi. Öyle ki bütün öğrencileri şehit düşen üç lise 1915'te tek bir mezun bile veremedi



    Çanakkale ve İstiklal Savaşı'na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasında destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergileyerek, "meçhul çocuk askerler" olarak Türk tarihinde yerini aldı. Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nuri Köstüklü, Türk milletinin vatan savunması verdiği dönemlerde erkek ve kadınlar kadar çocukların da çok önemli görevler üstlendiğini söyledi. Türk çocuklarının milli bir sorumluluk şuuru içinde gösterdikleri fedakarlıklar, çektiği çileler ve eziyetlerin tam olarak bilinmediğini vurgulayan Köstüklü, Anadolu'nun hemen her köşesinde, özellikle işgal gören yörelerde, çocukların da bir destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergilediğini anlattı. Çocuk askerler üzerine bir araştırma yaptığını ve elde ettiği bilgileri bazı seminerlerde sunduğunu dile getiren Köstüklü, bunlardan bazılarını şöyle sıraladı: "Antep savunmasında Kebapçı Said Ağa'nın oğlu küçük Mehmet, Şahin Bey'in oğlu Hayri, şehit Yolağası'nın oğlu Mehmed Ali gibi 11-12 yaşlarındaki çocukların özverisi göz yaşartıcı boyuttadır. Bu çocuklar Arslan Bey'in başında bulunduğu milis kuvvetlerinin içinde diğer Kuvayi Milliyeciler gibi silahlı olup yeri geldiğinde çatışmalara katıldılar ve çoğu zaman da istihbarat hizmetinde bulundular.

    KAHRAMANLIĞI TÜRKÜ OLDU
    Adanalı çocukların da İstiklal Savaşı'nda milli heyecan içinde hareket ettiğini dile getiren Köstüklü şöyle dedi: "Urfa'da 14 yaşındaki Bozan, Fransızlar kaçarken Kuvayi Milliye önünde harbe katıldı. Bu yavrunun kahramanlığını gören halk, Bozan için türkü bile yazdı. Sebeke dağından indim dereye/Atılıyor bombalar, bilmem nereye/Türk çeteleri dönmez geriye/Be yürü! yürü Bozan Yavrum yürü!/Vursun kırsın Fransızları, aslanım yürü!..." Köstüklü, Maraş savunması sırasında kendisine verilen köprü uçurma görevini yerine getiren Sarıca Köyü'nden 14 yaşındaki Ali ile milis kuvvetler arasında bir çok yeri dolaşmak suretiyle bilgi alışverişini sağlayan 10 yaşındaki Osmaniyeli Niyazi Aykan'ın da tarihe adını altın harflerle yazdırdığını ifade etti.

    YÜZLERCE GAZİ ÇOCUK

    Köstüklü, Çanakkale Savaşı'na katılan Galata-saray, Konya ve İzmir Liseleri gibi birçok okulun öğrencisinin şehit düştüğünü belirterek, savaşın olduğu dönemde bu üç lisenin mezun bile veremediğini söyledi. Türk milletinin kadını erkeği ve çocuğuyla tek vücut olarak düşmana karşı koyduğunu ve yabancı unsurları Türk topraklarından attığını belirten Köstüklü, "Türk çocuğu yeri geldiğinde omzunda silahla cephede savaştı, yeri geldi istihbarat için haber taşıdı, yeri geldi Türk askerine mermi götürdü" dedi.

    12 YAŞINDAKİ NEZAHAT ONBAŞI

    Tabur Komutanı Binbaşı Halit Bey'in kızı 12 yaşındaki Nezahat onbaşının da, elinde silahı asker kıyafetiyle çeşitli muharebelere katıldığını anlatan Köstüklü, "Ata binmesini ve silah kullanmasını çok iyi bilen bu kız çocuğu Milli Mücadele boyunca 70. Piyade Alayı'nın bir mensubu olarak tam bir asker gibi, cepheden cepheye koştu. Hatta bu Alaya, o bölgede 'Kızlı Alay' denmişti" diye konuştu.

    FAKÜLTE SİYAHA BOYANDI

    Çanakkale destanında bugünkü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi eski adıyla Darul Fünun öğrencilerinin ise ayrı bir yeri var. 1915'te Darül Fünun 1. sınıfta öğrenim gören 2 bin 500 tıbbiyeli, okullarını bırakarak Çanakkele'ye koştu. İki tümen hâlinde Gelibolu'ya gelen gençler, bir Anzak baskını sonucu şehit oldular. Bu nedenle sonraki yıl açılışta siyaha boyanan Darul Fünun, 1921 yılında hiç mezun veremedi.



    TEK BACAĞIYLA SAVAŞTI

    Çocuk askerlerden Mehmet ve İsmail, şehrin durumu ile ilgili orduya dilenci kılığında bilgi götürürken düşman askerlerine yakalandılar ve hiçbir konuda düşman kuvvetlerine bilgi vermediler. Serbest bırakıldıktan sonra ateş açılması nedeniyle küçük Mehmet 4, İsmail ise 9 yerinden yaralandı. Mehmet'in hastanede ayağı kesilerek kurtarıldı. Ancak İsmail hastanede şehit oldu. Bir ayağı kesilen Gazi Mehmet, geri döndükten sonra tek ayağıyla Milli Mücadelede yine görev aldı.



    İngiliz askerlerini bulut aldı götürdü

    Kahramanlıkların tarih kitaplarına yazıldığı, ardında binlerce dramatik hikayelerin anlatıldığı Çanakkale Savaşları, 91 yıl sonra bile bazı bilinmeyenleriyle anılıyor. Çanakkale Boğazı'nı geçip, İstanbul'a ulaşmak isteyen İtilaf Devletleri, binlerce askerle Gelibolu Yarımadası'na ayak atmış, vatan topraklarını işgal etmişti. Her karış toprağında kanlı savaşların yaşandığı, anaların oğullarının başına kına yakarak savaşa gönderdiği bölgede, İngiltere'den gelen 4. Norfolk Taburu'nun Anzak Koyu'nda, bir bulut kütlesinin içinde kaybolduğu söylentileri, 91 yıldır hala konuşuluyor. Gelibolu Yarımadası'ndaki savaşa katılan İngiliz Kraliyet Ordusu'na ait 4. Norfolk Taburu'nun, 12 Ağustos 1915 tarihinde Anzak Koyu mevkiindeki 60. Tepede büyük bir bulut kütlesinin içinde kaybolduğu iddia edilmiş, bu olay savaştan sonra çeşitli tarih kitaplarında yerini almıştı. Yeni Zelanda Kıtası'nın 1. Sahra Birliği'ne bağlı 3. Bölükte savaşa katılan F. Reichardt, R.Nevnes ve J.L. Newman adlı üç asker, bu olaydan 50 yıl sonra olayın görgü tanığı olduklarını iddia etmiş, güneyden esen 70 kilometre hızındaki rüzgara rağmen, yaklaşık 250 metre uzunluğunda, 65 metre yüksekliğinde ve 60 metre genişliğindeki bulut kültesinin yer değiştirmeden 60. Tepe üzerinde durduğunu ve İngiliz askerlerinin bu kütlenin içinde kaybolduğunu anlatmışlardı. Bu olay, kimilerine göre gerçek, kimilerine göre rivayetten başka bir şey değildi. Ancak, bu tür olaylar, tek bir gerçeği değiştirememişti; o da, "Türk'ün vatan ve millet sevgisi uğruna verdiği binlerce candı..."




    Şehitler dualarla yad ediliyor

    18 Mart Çanakkale Zaferi'ni anma törenleri ve Şehitler Günü dolayısıyla Türkiye'nin dört bir yanından birçok kişi Çanakkale'ye akın etti. Çanakkale'deki şehitlikleri ziyaret edenler bu vatan için kendilerini feda eden atalarımızı dualarla yad ediyor. Bu arada İstanbul'da Edirnekapı ve Sakızağacı Şehitliklikleri'nde de çok sayıda Çanakkale şehidi yatıyor. Sadece Çanakkale değil, 16 Mart, Balkan, 1. Dünya Savaşı ve Sarıkamış savaşlarında yaralanıp, tedavi için İstanbul'daki hastanelere getirilip hayata veda eden şehitler ile son yıllarda Güneydoğu'da terör örgütü ile çarpışmalarda şehit düşen Mehmetçikler Edirnekapı ve Sakızağacı 'nda yan yana yatıyor.

    (Yeni Şafak)
    "normal insanlar bir yerden bir yere gitmek için araba kullanırlar, motorcular ise motosiklet kullanmak için bir yerlere giderler"

  3. #3
    okan4037 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    24 Haziran 2005
    Şehir
    Mersin
    Motosikleti
    2013 Yamaha WR 125 R
    çocuklara bak yazık ya....çok duygulandırıcı ama vatan için yapılmayacak şey yoktur...
    Yeni yine yeniden

  4. #4
    yilmazelektrik - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    09 Şubat 2006
    allah gani gani rahmet eylesin onlar sayesinde rahattayız.

  5. #5
    trenox - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    23 Haziran 2005
    Şehir
    burkinefoso
    Motosikleti
    var işte...
    Çanakkale geçilmez...
    Bu ülke için tereddüt etmeden hayatını ortaya koyanları saygıyla anıyoruz.
    Sözkonusu vatan ise gerisi teferruattır.

  6. #6
    Seni unutmayacağız
    Nur içinde yat
    Ertuğrul_Öz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    09 Ocak 2006
    Şehir
    Samsun
    Motosikleti
    Dışı büyük içi küçük sarı şey
    Hepsi nur içinde yatsın.

    BİR ASKER TÜRKÜSÜ
    Yürüdü tren de yolda eğlenmez
    Derdim çoktur memlekete söylenmez
    Tükendi cephanem geriden gelmez
    Teskeremden evvel vurdular beni
    Sılama hasret koydular beni

    Aziz Abdal dağı ordugah yeri
    Bir haftalık tayın yenmiyor kuru
    Hasretli kaldık koca Kayseri
    Teskeremden evvel vurdular beni
    Sılama hasret koydular beni

    Ağır makinalı da tepeden inmez
    Tarıyor ormanı kimse görünmez
    Verilen parolalar aklıma gelmez
    Gözüm göre göre vurdular beni
    Sılama hasret koydular beni

    Halk Türküsü / RUHİ SU

  7. #7
    Süper Moderatör Olcay Avşar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    10 Mayıs 2005
    Şehir
    İstanbul / Çekmeköy
    Motosikleti
    Honda NC 750X
    Çanakkale Şehidlerine / Mehmet Akif Ersoy

    Şuheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar...
    O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,

    Yaralanmış temiz alnından uzanmış yatıyor;
    Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!

    Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
    Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

    Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
    Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...

    Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
    "Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.

    Herc ü merc ettiğin edvara ya yetmez o kitab...
    Seni ancak ebediyyetler eder istiab.

    "Bu, taşındır" diyerek Kabe'yi diksem başına;
    Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

    Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namiyle,
    Kanayan lahdine çeksem bütün ecramiyle;

    Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
    Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan;

    Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
    Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına,

    Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
    Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

    Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
    Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

    Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
    Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin'i,

    Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
    Sen ki islamı kuşatmış, doğuyorken hüsran,

    O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
    Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

    Sen ki; a'şara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
    Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...

    Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
    Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.
    "normal insanlar bir yerden bir yere gitmek için araba kullanırlar, motorcular ise motosiklet kullanmak için bir yerlere giderler"

  8. #8
    grave - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    06 Şubat 2006
    Şehir
    çanakkale
    Motosikleti
    CBF 600 SA
    eyonng tebrikler konuyu açtığın için, birde sabitlersen çok iyi olacak en azından bu hafta şimdiden teşekkürler

  9. #9
    Forumdan Uzaklaştırıldı zuhtupasa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    21 Temmuz 2005
    Şehir
    Ist-Kadıkoy
    Motosikleti
    Burgman 400 K7
    BU önemli günde özellikle M.Akif Ersoy yine gözlerimi doldurdu.. Ellerine saglık Olcay..

  10. #10
    Prometheus - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    08 Temmuz 2004
    Şehir
    İstanbul
    Motosikleti
    '14 BMW R1200GS
    Onur Yollarda
    Facebook: http://www.facebook.com/OnurYollarda
    YouTube: https://www.youtube.com/channel/UC1TqEwgGS4AHvdmULc9qoIQ

  11. #11
    Khutuck - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    27 Aralık 2005
    Şehir
    Yollarda...
    Motosikleti
    2.5 yıl akbil, sonra CuBuF150, şimdi Fazer, az KTM
    ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

    Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
    En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
    Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya
    Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
    Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
    Nerde -gösterdiği vahşetle- "Bu bir Avrupalı!"
    Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
    Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
    Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
    Kaynıyor kum gibi... Mahşer mi, hakikat mahşer.
    Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
    Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
    Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
    Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
    Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
    Hani, tâ'ûna da zuldür bu rezil istilâ!
    Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
    Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
    Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
    Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
    Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
    Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
    Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
    Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

    Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
    Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
    Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
    Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
    Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
    Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
    Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
    O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
    Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
    Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
    Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
    Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
    Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
    Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.

    Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
    Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
    Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
    Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?
    Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
    Çünkü te'sis-i İlâhî o metin istihkâm.
    Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
    Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
    Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;
    "O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme" dedi.
    Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
    İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
    Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
    O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar...
    Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
    Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
    Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
    Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
    Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
    Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
    Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
    "Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.
    Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
    Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
    "Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
    Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
    Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
    Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
    Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
    Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
    Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
    Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
    Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
    Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
    Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
    Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

    Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
    Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
    Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
    Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
    O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
    Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
    Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât!
    Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
    Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
    Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.


    Mehmet Akif Ersoy

  12. #12
    Prometheus - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    08 Temmuz 2004
    Şehir
    İstanbul
    Motosikleti
    '14 BMW R1200GS
    KUVÂYİ MİLLİYE



    BAŞLANGIÇ


    ONLAR



    Onlar ki toprakta karınca,
    suda balık,
    havada kuş kadar
    çokturlar;
    korkak,
    cesur,
    câhil,
    hakîm
    ve çocukturlar
    ve kahreden
    yaratan ki onlardır,
    destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

    Onlar ki uyup hainin iğvâsına
    sancaklarını elden yere düşürürler
    ve düşmanı meydanda koyup
    kaçarlar evlerine
    ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
    ve yeşil bir ağaç gibi gülen
    ve merasimsiz ağlayan
    ve ana avrat küfreden ki onlardır,
    destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

    Demir,
    kömür
    ve şeker
    ve kırmızı bakır
    ve mensucat
    ve sevda ve zulüm ve hayat
    ve bilcümle sanayi kollarının
    ve gökyüzü
    ve sahra
    ve mavi okyanus
    ve kederli nehir yollarının,
    sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
    bir şafak vakti değişmiş olur,
    bir şafak vakti karanlığın kenarından
    onlar ağır ellerini toprağa basıp
    doğruldukları zaman.

    En bilgin aynalara
    en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
    Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
    Çok sözler edildi onlara dair
    ve onlar için :
    zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
    denildi.




    BİRİNCİ BAP


    YIL 1918-1919
    ve
    KARAYILAN HİKÂYESİ



    Ateşi ve ihaneti gördük
    ve yanan gözlerimizle durduk
    bu dünyanın üzerinde.
    İstanbul 918 Teşrinlerinde,
    İzmir 919 Mayısında
    ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :
    Mayıs ortalarından
    Haziran ortalarına kadar
    yani tütün kırma mevsimi,
    yani, arpalar biçilip
    buğdaya başlanırken
    yuvarlandılar...
    Adana,
    Antep,
    Urfa,
    Maraş :
    düşmüş
    dövüşüyordu...

    Ateşi ve ihaneti gördük.
    Ve kanlı bankerler pazarında
    memleketi Alaman'a satanlar,
    yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
    düştüler can kaygusuna
    ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
    karanlığa karışarak basıp gittiler.
    Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
    en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
    dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
    iki kat soyulmamak için.

    Ateşi ve ihaneti gördük.
    Murat nehri, Canik dağları ve Fırat,
    Yeşilırmak, Kızılırmak,
    Gültepe, Tilbeşar Ovası,
    gördü uzun dişli İngiliz'i.
    Ve Aksu'yla Köpsu,
    Karagöl'le Söğüt Gölü
    ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
    büyük, âşık ölü,
    şapkası horoz tüylü İtalyan'ı gördü.
    Ve Çukurova,
    kıyasıya düzlük,
    uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
    ve Seyhan ve Ceyhan
    ve kara gözlü Yürük kızı,
    gördü mavi üniformalı Fransız'ı.
    Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
    Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
    ve ağalar :
    Bağdasar Ağa'dan
    Kellesi Büyük Mehmet Ağa'ya kadar,
    düşmanla birlik oldular.
    Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
    gelinlerin ırzına geçip,
    çocukları öldürüp
    ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
    dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
    ve çığ gibi çoğaldı çeteler
    ve köylülerden paşalar görüldü,
    kara donlu köylülerden.
    Ve bizim tarafa geçenler oldu
    Tunuslu ve Hindli kölelerden.
    Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,
    kısık gözleri,
    seyrek sakalı,
    hafif makinalı tüfeğiyle
    dağlarda bir başına dolaştı.
    Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
    ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
    ne zaman sıkışsa bizimkiler,
    peyda oluverdi, yerden biter gibi o
    ve ateş etti
    ve düşmanı dağıttı
    ve kayboldu dağlarda yine.

    Ateşi ve ihaneti gördük.
    Dayandık,
    dayandık her yanda,
    dayandık İzmir'de, Aydın'da,
    Adana'da dayandık,
    dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te.

    Antepliler silâhşor olur,
    uçan turnayı gözünden
    kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
    ve arap kısrağının üstünde
    taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.

    Antep sıcak,
    Antep çetin yerdir.
    Antepliler silâhşor olur.
    Antepliler yiğit kişilerdir.

    Karayılan
    Karayılan olmazdan önce
    Antep köylüklerinde ırgattı.
    Belki rahatsızdı, belki rahattı,
    bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,
    yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
    ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
    Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,
    onun atı, silâhı, toprağı yoktu.
    Boynu yine böyle çöp gibi ince
    ve böyle kocaman kafalıydı
    Karayılan
    Karayılan olmazdan önce.

    Düşman Antep'e girince
    Antepliler onu
    korkusunu saklayan
    bir fıstık ağacından
    alıp indirdiler.

    Altına bir at çekip
    eline bir mavzer
    verdiler.

    Antep çetin yerdir.
    Kırmızı kayalarda
    yeşil kertenkeleler.
    Sıcak bulutlar dolaşır havada
    ileri geri...

    Düşman tutmuştu tepeleri,
    düşmanın topu vardı.
    Antepliler düz ovada
    sıkışmışlardı.
    Düşman şarapnel döküyordu,
    toprağı kökünden söküyordu.
    Düşman tutmuştu tepeleri.
    Akan : Antep'in kanıydı.

    Düz ovada bir gül fidanıydı
    Karayılan'ın
    Karayılan olmazdan önceki siperi.
    Bu fidan öyle küçük,
    korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
    namlıya tek fişek sürmeden
    yatıyordu yüzükoyun.

    Antep sıcak,
    Antep çetin yerdir.
    Antepliler silâhşor olur.
    Antepliler yiğit kişilerdir.
    Fakat düşmanın topu vardı.
    Ve ne çare, kader,
    düz ovayı Antepliler
    düşmana bırakacaklardı.

    «Karayılan» olmazdan önce
    umurunda değildi Karayılan'ın
    kıyamete dek düşmana verseler Antep'i.
    Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
    Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,
    korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.

    Siperi bir gül fidanıydı onun,
    gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
    ak bir taşın ardından
    kara bir yılan
    çıkardı kafasını.
    Derisi ışıl ışıl,
    gözleri ateşten al,
    dili çataldı.
    Birden bir kurşun gelip
    kafasını aldı.
    Hayvan devrildi kaldı.

    Karayılan
    Karayılan olmazdan önce
    kara yılanın encâmını görünce
    haykırdı avaz avaz
    ömrünün ilk düşüncesini .
    «İbret al, deli gönlüm,
    demir sandıkta saklansan bulur seni,
    ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»

    Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
    bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
    fırlayıp atlayınca ileri
    bir dehşet aldı Anteplileri,
    seğirttiler peşince.
    Düşmanı tepelerde yediler.
    Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
    bir tarla sıçanı kadar korkak olana :
    KARAYILAN dediler.

    «Karayılan der ki : Harbe oturak,
    Kilis yollarından kelle getirek,
    nerde düşman varsa orda bitirek,
    vurun ha yiğitler namus günüdür...»

    Ve biz de bunu böylece duyduk
    ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen
    Karayılan'ı
    ve Anteplileri
    ve Antep'i
    aynen duyup işittiğimiz gibi
    destânımızın birinci bâbına koyduk.





    İKİNCİ BAP


    YIL YİNE 1919
    ve
    İSTANBUL'UN HÂLİ
    ve
    ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ
    ve
    KAMBUR KERİM'İN HİKÂYESİ



    Biz ki İstanbul şehriyiz,
    Seferberliği görmüşüz :
    Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
    vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
    bir de İttihatçılar,
    bir de uzun konçlu Alman çizmesi
    914'ten 18'e kadar
    yedi bitirdi bizi.
    Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
    erimiş altın pahasında gazyağı
    ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular
    sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
    Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
    ve süpürge tohumu
    ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
    Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve Ada'da Kulüp'te
    aktı Ren şarapları su gibi
    ve şekerin sahibi
    kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları.
    Miloviç de beyaz at gibi bir karı.
    Bir de sakalı Halife'nin,
    bir de Vilhelm'in bıyıkları.

    Biz ki İstanbul şehriyiz,
    güzelizdir,
    dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
    Öfkeli, büyük bir şair :
    «Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
    demiş
    bize
    ve bir başkası,
    yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

    Biz ki İstanbul şehriyiz,
    işte, arzederiz halimizi
    Türk halkının yüce katına.
    Mevsim yazdır,
    919'dur.
    Ve teşrinlerinde geçen yılın
    dört düvele teslim ettiler bizi,
    gözü kanlı dört düvele
    anadan doğma çırılçıplak.
    Ve kurumuştu
    ve kan içindeydi memelerimiz.

    Biz ki İstanbul şehriyiz,
    Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan
    bir de Yunan,
    bir de zavallı Afrika zencileri
    yer bitirir bizi bir yandan,
    bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
    Vahdettin Sultan,
    ve damadı Ferit
    ve İngiliz muhipleri
    ve Mandacılar.

    Biz ki İstanbul şehriyiz,
    yüce Türk halkı,
    malûmun olsun çektiğimiz acılar...

    919 Temmuzunun 23'üncü günü
    pek mütevazı bir mektep salonunda
    in'ikad etti Erzurum Kongresi.

    Erzurum'un kışı zorludur balam,
    tandırında tezek yakar Erzurum,
    buz tutar yiğitlerinin bıyığı
    ve geceleyin karlı ovada
    kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

    Erzurum'da kavaklar, balam,
    Erzurum'da kavaklar tane tane,
    kavaklarda tane tane yapraklar.
    Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
    Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.

    Erzurum'un düzdür, topraktır damı.
    Erzurum güzelleri giyer, balam,
    incecik ak yünden ehramı.
    Yürek boynun büker, balam,
    Erzurumlu türkülere.
    Halim selimdir Erzurum'un adamı
    ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...

    Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre :
    orda, mazlum milletlerden bahsedildi
    bütün mazlum milletlerden
    ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

    Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi,
    İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den.
    Buna rağmen,
    «Âsi gelmiyelim» diyenler vardı,
    «makamı hilâfet ve saltanata.»
    Hattâ casuslar vardı içerde.

    Buna rağmen,
    «Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.
    «Kabul olunmaz,» denildi,
    «Manda ve Himaye...»

    Buna rağmen,
    İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
    Türk halkından kesmişlerdi umudu.
    Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a :
    «Amerikan mandası altına girelim,» diye.
    «İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma
    bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
    birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
    şu halde, diyorlardı, şu halde,
    Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil
    Amerikan mandaterliğini talep etmeği
    memleketimiz için en nâfi
    bir şekli hal kabul ediyoruz.»

    Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
    Erzurum'un kışı zorludur balam,
    buz tutar yiğitlerin bıyığı.
    Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,
    kabullenmez yılgınlığı...

    İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,
    tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
    çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
    ve biçare telgraf telleri
    devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu
    şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere :
    «Bizi bir başımıza bıraksalar,
    tarafgirlik, cehalet
    ve çok konuşmaktan başka müspet
    bir hayat kuramayız.
    İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.
    Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.
    Ne olacak,
    Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
    sonra Yeni Dünya'nın sayesinde
    İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
    bir Türkiye vücuda geliverir.
    Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
    nasıl bir idare kurduğunu
    Avrupa'ya göstermek ister.
    Hem artık işi uzatmağa gelmez.
    Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
    Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :
    Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»

    4 Eylül 919'da toplandı Sıvas Kongresi,
    ve 8 Eylülde
    Kongrede bu sefer
    yine ortaya çıktı Amerikan mandası.
    Ak koyunla kara koyunun
    geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
    Ve İstanbul'dan gelen bazı zevat,
    sapsarı yılgınlıklarıyla beraber
    ve ihanetleriyle birlikte
    bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler.
    Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok
    işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı.
    Bu zevata :
    «İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»
    denildi.
    Fakat ayak diredi efendiler :
    «Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,»
    dediler,
    «Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,»
    dediler,
    «Hem zaten,»
    dediler,
    «birbirine mani şeyler değildir
    istiklâl ile manda.
    Ve esasen,»
    dediler,
    «müstakil kalamayız böyle bir zamanda.
    Memleket harap,
    toprak çorak,
    borcumuz 500 milyon,
    vâridat ise 15 milyon ancak.
    Ve Allah muhafaza buyursun
    İzmir kalsa Yunanistan'da
    ve harbetsek,
    düşmanımız vapurla asker getirir.
    Biz Erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?
    Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,»
    dediler.
    «Onlar dretnot yapıyor,
    biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.
    Hem, İstanbul'daki Amerikan dostlarımız :
    Mandamız korkunç değildir,
    diyorlar,
    Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,
    diyorlar.»

    Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat.
    Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,
    «Hey gidi deli gönlüm,»
    dedi,
    «Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
    ya İSTİKLAL, ya ölüm!»
    dedi.

    Kambur Kerim de böyle dedi aynen.
    Adapazarlıydı Kambur Kerim.
    Seferberlikte ölen babası marangozdu.
    Seferberlik denince aklına Kerim'in :
    çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
    Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp
    kaz gütmek,
    mektep kitapları
    ve bir de saçları altın gibi sarı
    fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
    335'te Kerim Eskişehir'e gitti,
    mektebe, teyzelerine ve dayısına.
    Dayısı şimendiferde makinistti.
    Düşman elindeydi Eskişehir.
    Kerim on dört yaşındaydı,
    kamburu yoktu.
    Dümdüzdü fidan gibi
    ve dünyaya meraklı bir çocuktu.
    Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi
    Kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri
    (çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)
    Hintli askerlerle dost oldu Kerim.
    Bunlar
    (şaşılacak şey)
    Türkçe bilmeyen
    ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,
    avuçlarının üstü esmer, içi ak
    ve tel örgülerin üzerinden
    Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı.
    Kocaman bir ambarları vardı,
    Kerim içinde oynardı.
    Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,
    (şaşılacak şey,
    katırların yemesi için)
    ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.
    Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim'e :
    «Ambardan silâh çalıp bana getir,
    gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»
    Ve ambardan silâh çaldı Kerim :
    bir
    bir tane daha
    beş
    on.
    Aldattı Hindistanlı dostlarını
    zeybekleri daha çok sevdiğinden.
    Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,
    Kerim geçirdi onları istasyona kadar.
    Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp
    zeybekler gelince Eskişehir'e
    dayısı Kerim'i elinden tutup
    verdi onlara.
    Ve işte o günden sonra
    bugüne kadar
    kahraman bir türküdür ömrü Kerim'in.
    Eskişehir'den alıp onu
    «Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler.
    Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

    Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi,
    sığırtmaç olmayı
    -zaten bilgisi vardı bunda-
    kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
    gizlenmeyi ormanda.
    Ve bütün bu marifetleriyle Kerim
    kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak
    ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak
    düşman içinden geçip getirdi haber
    götürdü haber.
    Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,
    bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.
    Ve bir fidan gibi düz
    bir fidan gibi cesur
    bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun
    sevinçle oynadığı bu müthiş oyun
    sürdü 1337'ye kadar...

    Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :
    yüksek
    kalın.
    Gökyüzü gözükmez.
    Durgun bir geceydi.
    Hafif yağmur yağmıştı biraz önce.
    Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar
    karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim'in.
    Solda
    ilerde
    tepenin eteğinde ateş yanıyordu :
    «Tekneciler» diye anılan
    gâvur çetelerinin olmalı.
    Dallardan damlalar düşüyordu Kerim'in yüzüne.
    Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.
    İpsiz Recep'in yanından dönüyordu Kerim.
    Kâatlar götürmüş
    kâatlar getiriyor.
    Birdenbire durdu beygir,
    heykel gibi,
    -Tekneciler'in ateşini görmüş olacak-
    sonra birdenbire dörtnala kalktı.
    Şaşırdı Kerim.
    Dizginleri bıraktı.
    Sarıldı beygirin boynuna.
    Deli gibi gidiyordu hayvan.
    Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.
    Meşeleri ve gürgenleriyle orman
    karanlık bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
    Kim bilir kaç saat böyle gidildi.
    Orman bitti birdenbire.
    -Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-
    Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman
    Armaşa'nın altında Başdeğirmenler'e
    beygir ansızın kapaklandı yere,
    tekerlendi Kerim.
    Doğruldu.
    Ve aklına ilk gelen şey
    saatına bakmak oldu.
    Kırılmıştı camı.
    Bindi beygire tekrar.
    Hayvan topallıyordu biraz.
    Uslu uslu yola koyuldular.
    Sol kulağı kanıyordu Kerim'in,
    Kirezce'ye geldiler
    (Sapanca'yla Arifiye arası),
    Kerim durdu,
    Biraz zor nefes alıyordu.
    Geyve'ye girdi ertesi akşam.
    Beli o kadar ağrıyordu ki
    inemedi beygirden
    indirdiler.
    Kerim'i bir yaylıya bindirdiler.
    Adapazarı.
    Sonra belki on gün, belki on beş,
    kağnılar, mekkâre arabaları,
    sonra, gitgide daralan nefesi,
    Yahşıhan,
    Konya,
    Sile nahiyesi
    (burda malûl gaziler için
    takma kol ve bacak yapılıyordu),
    ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta.
    Hâlâ rüyalarında görür Kerim
    incecik bir yoldan eşekle gelip
    üzerine doğru eğilen
    bu çiçekbozuğu insan yüzünü.
    Usta, ovdu Kerim'i bayıltıncaya kadar.
    Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.
    Yirmi gün geçti aradan.
    Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
    Kerim'i kambur çıkardılar.




    ÜÇÜNCÜ BAP


    YIL 1920
    ve
    ARHAVELİ İSMAİL'İN HİKÂYESİ



    Ateşi ve ihaneti gördük.

    Düşman ordusu yine başladı yürümeğe.
    Akhisar, Karacabey,
    Bursa ve Bursa'nın doğusunda Aksu,
    çarpışarak çekildik...
    920'nin
    29 Ağustos'u :
    Uşak düştü.
    Yaralı
    ve dehşetli kızgın
    fakat toprağımızdan emin,
    Dumlupınar sırtlarındayız.
    Nazilli düştü.

    Ateşi ve ihaneti gördük.
    Dayandık
    dayanmaktayız.

    1920 Şubat, Nisan, Mayıs,
    Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı :
    İçimizde Hilâfet Ordusu,
    Anzavur isyanları.
    Ve aynı sıradan,
    3 Ekim Konya.
    Sabah.
    500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş
    girdi şehre.
    Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.
    Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp
    ölümlerine giderken
    terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.

    Ve 29 Aralık Kütahya :
    4 top
    ve 1800 atlı bir ihanet
    yani Çerkez Ethem,
    bir gece vakti
    kilim ve halı yüklü katırları,
    koyun ve sığır sürülerini önüne katıp
    düşmana geçti.
    Yürekleri karanlık,
    kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,
    atları ve kendileri semizdiler...

    Ateşi ve ihaneti gördük.
    Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.
    Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,
    inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,
    silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.
    Beygirler çirkindiler,
    bakımsızdılar,
    hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.
    Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden
    sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.
    İnsanlar uzun asker kaputluydu,
    yalnayaktı insanlar.
    İnsanların başında kalpak,
    yüreklerinde keder,
    yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.
    İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.
    İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla
    köy odalarında unutulmuştular.
    Ve orda sargı,
    deri
    ve asker postalları halinde
    yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.
    Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden
    eğrilip bükülmüştü
    ve avuçlarında toprak ve kan vardı.

    Ve asker kaçakları,
    korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla
    karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.
    Acıkmıştılar,
    merhametsizdiler,
    bedbahttılar.
    Şosenin ıssız beyazlığına inip
    nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor
    ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için
    deviriyorlardı uçurumlara :
    şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.

    Ve çok uzak,
    çok uzaklardaki İstanbul limanında,
    gecenin bu geç vakitlerinde,
    kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları :
    hürriyet ve ümit,
    su ve rüzgârdılar.
    Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.
    Tekneleri kestane ağacındandı,
    üç tondan on tona kadardılar
    ve lâkin yelkenlerinin altında
    fındık ve tütün getirip
    şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.
    Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.
    Şimdi, denizde bir insan sesinin
    ve demirli şileplerin kederlerini
    ve Kabataş açıklarında sallanan
    saman kayıklarının fenerlerini
    peşlerinde bırakıp
    ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp
    küçük,
    kurnaz
    ve mağrur
    gidiyorlardı Karadeniz'e.
    Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki
    bunlar
    uzun eğri burunlu
    ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
    sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
    zaferi için
    hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
    bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...

    Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan
    baltabaş gemi
    İngiliz torpitosudur.
    Ve dalgaların üstünde sallanarak
    alev alev
    yanan :
    Şaban Reisin beş tonluk takası.

    Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında,
    gecenin karanlığında,
    dalgalar minare boyundaydılar
    ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.
    Rüzgar :
    yıldız - poyraz.
    Esirlerini bordasına alıp
    kayboldu İngiliz torpitosu.
    Şaban Reisin teknesi
    ateşten diregiyle gömüldü suya.

    Arheveli İsmail
    bu ölen teknedendi.
    Ve şimdi
    Kerempe Fenerinin açığında,
    batan teknenin kayığında
    emanetiyle tek başınadır,
    fakat yalnız değil :
    rüzgârın,
    bulutların
    ve dalgaların kalabalığı,
    İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.

    Arheveli İsmail
    kendi kendine sordu :
    «Emanetimizle varabilecek miyiz?»
    Kendine cevap verdi :
    «Varmamış olmaz.»

    Gece, Tophane rıhtımında
    Kamacı ustası Bekir Usta ona :
    «Evlâdım İsmail,» dedi,
    «hiç kimseye değil,» dedi,
    «bu, sana emanettir.»

    Ve Kerempe Fenerinde
    düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
    İsmail, reisinden izin isteyip,
    «Şaban Reis,» deyip,
    «emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip
    atladı takanın patalyasına,
    açıldı.

    «Allah büyük
    ama kayık küçük» demiş Yahudi.
    İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,
    bir sağnak daha,
    peşinden üç-kardeşler.
    Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
    alabora olacaktı.

    Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
    Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor :
    Sıvastopol'a giden bir geminin
    sancak feneri.

    Elleri kanayarak
    çekiyor İsmail kürekleri.
    İsmail rahattır.
    Kavgadan
    ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
    İsmail unsurunun içinde.
    Emanet :
    bir ağır makinalı tüfektir.
    Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini
    ta Ankara'ya kadar gidip
    onu kendi eliyle teslim edecektir.

    Rüzgâr bocalıyor.
    Belki karayel gösterecek.
    En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
    Fakat İsmail
    ellerine güvenir.
    O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
    ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini
    aynı emniyetle tutarlar.

    Rüzgâr karayel göstermedi.
    Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
    bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
    düştü.

    İsmail beklemiyordu bunu.
    Dalgalar bir müddet daha
    yuvarlandılar teknenin altında
    sonra deniz dümdüz
    ve simsiyah
    durdu.
    İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.
    Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
    Bir ürperme geldi İsmail'in içine.
    Ve bir balık gibi ürkerek,
    bir sandal
    bir çift kürek
    ve durgun
    ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
    Ve birdenbire
    öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
    yıldı elleri,
    yüklendi küreklere,
    kırıldı kürekler.

    Sular tekneyi açığa sürüklüyor.
    Artık hiçbir şey mümkün değil.
    Kaldı ölü bir denizin ortasında
    kanayan elleri ve emanetiyle İsmail.
    İlkönce küfretti.
    Sonra, «elham» okumak geldi içinden.
    Sonra, güldü,
    eğilip okşadı mübarek emaneti.
    Sonra...
    Sonra, malûm olmadı insanlara
    Arhaveli İsmail'in âkıbeti...





    DÖRDÜNCÜ BAP


    NURETTİN EŞFAK'IN BİR MEKTUBU
    ve
    BİR ŞİİRİ



    Kardeşim,
    sana bu mektubu Ankara'da Kuyulu kahvede yazıyorum.
    Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon
    kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla,
    Dışarda yağmur...
    Mektepten istifa ettim.
    Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.
    Çocuklarımıza Türkçe okutmak,
    öğretmek, sevdirmek onlara
    dünyanın en diri, en taze dillerinden birini,
    kendi dillerini,
    güzel şey,
    büyük şey.
    Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede
    daha büyük
    daha güzel.

    Biliyorum :
    iş bölümünden bahsedeceksin.
    Fakat, Ankara'da çocuklara ders vermek,
    bozkırda ateş hattına girmek
    haksız ve hazin
    bir iş bölümü.
    Öyle günlerde yaşıyoruz ki
    ben bir iş yapabildim diyebilmek için :
    hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.

    Bak, tam sana bunları yazarken
    asker geçiyor sokaktan ;
    yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak
    Meclis'in önüne doğru iniyorlar,
    İstasyona gidecekler.
    Ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi,
    sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü :
    «Ankara'nın taşına bak,
    gözlerimin yaşına bak...»

    Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun.
    Tıraşları uzamış biraz.
    Elleri büyük ve esmer.
    Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.

    Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma.
    Başka türlü anlıyorum ben Yunus'u :
    Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü :
    öte dünyaya dair değil,
    bu dünyaya dair kaygılarıyla...

    Bir şiir yazdım,
    garip bir şiir,
    «Türk Köylüsü» diye.
    Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak?
    Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.


    Kardeşin
    Nurettin Eşfak






    TÜRK KÖYLÜSÜ

    Topraktan öğrenip
    kitapsız bilendir.
    Hoca Nasreddin gibi ağlayan
    Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
    Ferhad'dır
    Kerem'dir
    ve Keloğlan'dır.
    Yol görünür onun garip serine,
    analar, babalar umudu keser,
    kahbe felek ona eder oyunu.
    Çarşambayı sel alır,
    bir yâr sever
    el alır,
    kanadı kırılır
    çöllerde kalır,
    ölmeden mezara koyarlar onu.
    O, «Yûnusû biçâredir
    Baştan ayağa yâredir»,
    ağu içer su yerine.
    Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine
    ve bir kerre vakterişip
    «-Gayrık yeter!...»
    demesinler.
    Bunu bir dediler mi,
    «İsrâfil sûrunu urur,
    mahlûkat yerinden durur»,
    toprağın nabzı başlar
    onun nabızlarında atmağa.
    Ne kendi nefsini korur,
    ne düşmanı kayırır,
    «Dağları yırtıp ayırır,
    kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...»
    Onur Yollarda
    Facebook: http://www.facebook.com/OnurYollarda
    YouTube: https://www.youtube.com/channel/UC1TqEwgGS4AHvdmULc9qoIQ

  13. #13
    Prometheus - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    08 Temmuz 2004
    Şehir
    İstanbul
    Motosikleti
    '14 BMW R1200GS
    BEŞİNCİ BAP


    920'NİN 16 MARTI
    ve
    MANASTIRLI HAMDİ EFENDİ
    ve
    REŞADİYELİ VELİ OĞLU MEMET'İN HİKÂYESİ




    «Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. İstanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara'da bulunan telin İstanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»

    (Nutuk, s. 295, Devlet Basımevi, İstanbul 1938)




    920'nin 16 Martı.
    Öğleden evvel
    saat onda
    makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara'daki :

    «Der-aliye 16/3/1920.
    İngilizler bastı bu sabah
    Şehzadebaşı'ndaki Muzika karakolunu.
    Müsademe edildi.
    İşgal altına alıyorlar İstanbul'u şimdi.
    Berâyi malûmat arzolunur.
    Manastırlı Hamdi.»

    920'nin 16 Martı.
    Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara'yı :
    «Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri.
    Şimdi işte
    İngiliz askerleri giriyorlar nezarete.
    İşte giriyorlar içeri.
    Nizamiye kapısına.
    Teli kes.
    İngilizler burdadır.»

    920'nin 16 Martı.
    Manastırlı Hamdi Efendi
    buldu Ankara'dakini tekrar :

    «Paşa hazretleri,
    Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri
    Tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan,
    bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor.
    Vaziyet vehamet kesbediyor efendim.
    Paşa hazretleri,
    Emri devletlerine muntazırım.

    16 Mart 1920
    Hamdi»


    920'nin 16 Martı.
    Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi :

    «Sabah bizim asker uykuda iken
    İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken
    askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor.
    Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup
    İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp
    Beyoğlu ve Tophane'yi işgal edip.
    İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok.
    İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler.
    Kovmuşlar.
    Burası da işgal olunacaktır bir saata kadar.
    Şimdi haber aldım efendim.»

    920'nin 16 Martı
    uykuda kesti kâfir üçümüzü,
    kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
    İngiliz'in hepsi değil domuzu
    Sabaha karşı aldı canımızı.

    920'nin 16 Martı
    basıldı Vezneciler'de karargâh.
    Uyan be tosunum uyan.
    Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
    üçümüz : Abdullah çavuş, Şarkışla'dan Osman,
    bir de Zileli Abdülkadir.

    920'nin 16 Martı
    Bozdoğan Kemeri'nde
    kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
    Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,
    Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.

    920'nin 16 Martı
    uykuda kesti kâfir üçümüzü.
    Soktu Osman'ın karnına kasaturayı,
    bastı göğsüne kâfirin dizi.
    Dört çocuk babasıydı Abdullah çavuş.
    Doymadı dünyasına Abdülkadir.
    Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
    kurşuna dizdi ikimizi.

    920'nin 16 Mart sabahı,
    karakolun karşısında
    bırakmadım elimden silâhı,
    yere serdim iki İngiliz'i.
    Senin ırzını kurtardım İstanbul'um,
    Sana can feda çakır gözlü gülüm.

    Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
    kurşuna dizdi ikimizi.
    Şimdi üçümüz :
    Abdullah ve Osman ve Abdülkadir,
    taşları yan yana yatar Eyüp'te.
    Arama, bulamazsın ikimizin kabrini,
    belki maşrıkta, belki mağripte,
    biz de bilemeyiz yerini.


    Uykuda kestiler üçümüzü,
    kurşuna dizdiler ikimizi,
    Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,
    Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.
    Bir de altıncımız var,
    kara kaytan bıyıklı bir şehit,
    son mekânı şöyle dursun,
    adını da bilen yok...






    ALTINCI BAP


    MUHAREBELER
    ve
    DÜŞMAN ELİNDE KALANLAR
    ve
    KARTALLI KÂZIM'IN HİKÂYESİ



    İnönü meydanı, yavrum,
    rüzgâr,
    soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.
    Zemheriler bitti diyelim,
    hamsin ya başladı, ya başlıyor.
    Muharebe beş gün beş gece sürdü.
    Kan gövdeyi götürdü.
    Ve nihayetinde
    düşmanlar karın üstünde
    top arabaları, sandıklar dolusu konyak,
    altı kamyon bıraktılar.
    Sonra, kaçarlarken, yavrum,
    köyleri, köprüleri yaktılar...

    Bu, Birinci İnönü,
    sonra ikincisi :
    23 Mart 1921 günü
    düşmanın Bursa ve Uşak grupları üstümüze yürüyor.
    Onlarda, topçu ve piyade
    bizden üç kere fazla,
    bizim atlımız çok.
    Atların makanizması,
    hartucu,
    namlusu yoktur
    ve kılıç
    çıplak, ucuz bir demirdir.
    26 Mart :
    Akşam.
    Sağ cenah ilerimize yanaştılar.
    27 Mart :
    Bütün cephelerde temas.
    28, 29, 30 :
    Kavgaya devam.
    Ve Martın 31'inci gecesinde,
    (ayışığı var mıydı bilmiyorum)
    İnönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu.
    Ve ertesi gün
    1 Nisan :
    Metristepe aydınlanıyor.
    Saat altı otuz.
    Bozöyük yanıyor.
    Düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.

    Sonra, 8 Nisandan 11 Nisana kadar :
    Dumlupınar.

    Sonra, Haziran.
    Bir yaz gecesi.
    Dünyada yalnız pırıltılar
    ve böceklerin sesi.
    Sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz.
    Basarak aldık
    Adapazarı'nı.
    Ve dolaşıp Sapanca Gölü'nün sazlıklarını
    yanaştık İzmit'in doğusunda çuha fabrikasına.
    Düşman,
    kısmen gemilere binerek
    denizden
    ve kısmen
    Karamürsel üzerinden
    Bursa'ya çekilip
    boşalttı İzmit şehrini gece yarısı.

    Sonra 23 Ağustos :
    Sakarya melhamei kübrâsı ki
    devamı 13 Eylül gününe kadardır.
    Bizim kırk bin piyademiz,
    dört bin beş yüz atlımız,
    düşmanın seksen sekiz bin piyadesi,
    üç yüz topu vardır.
    Harp meydanının kuzey yanı
    Sakarya
    ve dağlardır :
    keskin
    ve dik yamaçlarıyla
    ve kireçli toprakları
    ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak
    haşin
    ve münzevi çam ağaçlarıyla
    Abdülselâm-dağı,
    Gökler-dağı,
    dağlar.

    Ve Sakarya'dan bu havalide
    yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir.
    Ankara suyunun döküldüğü yerden
    Eskişehir kuzeybatısına kadar
    Sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.
    Güneyde
    ve güneydoğuda
    yapraksız ve hazin
    geniş ve uzun
    ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan
    ölmek arzusu veren
    Cihanbeyli ovası :
    çöl...
    Bu çölün,
    bu dağların,
    bu nehrin ve bizim önümüzde
    yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp
    düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı.

    Buna rağmen :
    Sene 1922
    ve 15 vilâyet ve sancak
    ve 9 büyük şehir
    düşman elindedir.
    İnanılmaz şeyler düşmandadır ki
    bunların arasında :
    7 göl, 11 nehir
    ve köklerinde baltamızın yarası
    ve yangınlarıyla bizim olan
    yüz kere yüz bin dönüm orman,
    bir tersane, iki silâh fabrikası,
    ve 19 körfez ve liman ki
    belki birçoğunun
    rıhtımı,
    mendireği,
    kırmızı, yeşil fenerleri yoktur
    ve belki sularında
    ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı,
    fakat onlar
    tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler.
    Sonra, 3 deniz,
    6 kol tren hattı,
    sonra, göz alabildiğine yol :
    sılaya gittiğimiz,
    gurbette göründüğümüz
    ve neden
    ve niçin olduğunu sormadan
    çöle, Çanakkale'ye,
    ölüme gittiğimiz yol
    ve sonra toprak
    ve o toprağın insanları :
    Uşak tezgâhlarının halı dokuyanları,
    klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur
    Manisa'lı saraçlar,
    yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar
    ve kurnaz
    ve cesur
    ve ağırbaşlı ve çapkın
    ve kütleleriyle delikanlı
    İstanbul ve İzmir işçileri
    ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân,
    kıl çadırlı yürükleri Aydın'ın,
    ve sonra, ırgat,
    ortakçı,
    maraba,
    davarlı ve davarsız,
    yarım meşin çizmeli
    ve ham çarıklı köylüler.
    15 vilâyet ve sancak
    ve 9 büyük şehir
    düşman elindedir.

    Mehtaplı bir gece,
    gümüş bir kutunun içindesin :
    ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız.
    Ya çok seslidir
    ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.

    Yatıyor filintasının arkasında Kartallı Kâzım.
    Kız gibi Osmanlı filintası.
    Parlıyor arpacık
    namlının ucunda :
    yüz yıllık yoldaymış gibi uzak
    ve bir damlacık.

    Kâzım emir aldı merkezden :
    Gebze'deki İngiliz'in tercümanı vurulacak.
    Köylerde teşkilât kurmuş tercüman Mansur :
    satıyor bizimkileri.

    Kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri.
    İşte sökün etti Mansur karşıdan :
    beygirin üzerinde.
    Beygir yüksek,
    İngiliz kadanası.
    Kendi halinde yürüyor hayvan
    ortasında demiryolunun
    sallana sallana,
    ağır ağır.
    Tercüman herhalde bırakmış dizginleri,
    başı sallanıyor,
    belki de uyuyor üzerinde beygirin.

    Yaklaştıkça büyüyor herif.
    Zaten mehtapta heybetli görünür insan.

    Arada kaldı kalmadı dört yüz adım,
    namlıyı kaldırdı birazcık Kâzım,
    nişan aldı sallanan başına Mansur'un.
    Soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü.
    Bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan,
    -ağaç çınar-.
    Kuş ürkmüş olacak.
    Çevrildi Kâzım'ın başı kuşun uçtuğu yana,
    mehtapla yüz yüze geldiler.
    Mehtap koskocaman,
    desdeğirmi,
    bembeyaz.
    Ve Kâzım'ın gözünü aldı âdeta.
    Zaten bu yüzden,
    tekrar göz, gez, arpacık
    ve filintayı ateşlediği zaman
    ilk kurşun Mansur'un başını delecek yerde
    galiba omuzuna girdi.
    Herif «Hınk» dedi bir,
    beygirin başını çevirdi
    dörtnal kaçıyor.
    Yetiştirdi ikinci kurşunu Kâzım.
    Beygirin üstünde sola yıkıldı Mansur.
    Üçüncü kurşun.
    Tercüman düştü beygirden.
    Fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış,
    sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz,
    sonra kurtuldu ki ayağı
    yıkılıp kaldı olduğu yerde.
    Yamaca sardı beygir.
    Kalktı Kâzım,
    yürüdü Mansur'a doğru,
    üzerinden kâatları alacak.
    Arada dört telgraf direği yalnız,
    ellişerden iki yüz metre eder.
    Mansur doğruldu ansızın,
    kaçıyor bayır aşağı.
    Filintayı omuzladı Kâzım.
    Dördüncü kurşun.
    Yıkıldı herif.
    Koştu Kâzım.
    Doğruldu yine Mansur.
    Yürüyor sarhoş gibi sallanarak,
    kaçmıyor artık,
    yürüyor.
    Kâzım da bıraktı koşmayı.
    Deniz kıyısına indiler.
    Orda boş bir fabrika var,
    bir de beyaz bir ev,
    tahta iskelesi iner denizin içine kadar.
    Mansur suya giriyor,
    kâatlar ıslanacak.
    Beşinci kurşunu yaktı Kâzım.
    Suya düşüp kaldı önde giden
    ve Kâzım tazelerken şarjörü
    bir ışık yandı beyaz evde,
    bir pencere açıldı.
    Galiba bir kadın baktı dışarıya..
    Boğazlanıyormuş gibi bağırdı Mansur.
    Pencere kapandı,
    ışık söndü.
    Tercüman attı kendini tahta iskeleye.
    Art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor.
    Hay anasını,
    ay da denize düşmüş
    toplanıp dağılıyor,
    dağılıp toplanıyor.
    Velhasıl,
    lâfı uzatmıyalım,
    Mansur'un işini bıçakla bitirdi Kâzım.
    Kâatlar kan içindeydi.
    Fakat kan kapatmıyor yazıyı...

    Namussuzun biriydi Mansur,
    muhakkak.
    Düşmana satılmıştı,
    orası öyle.
    Kaç kişinin başını yedi,
    malûm.
    Ama ne de olsa
    mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.
    Demek istediğim,
    böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
    ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
    üzüntü çekmemek için,
    ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
    yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
    Kâzım'ınki taştan değildi çok şükür,
    fakat namuslu.
    Ne malûm? dersen :
    Dövüştü pir aşkına,
    yaralandı birkaç kere
    ve saire.
    Ve kavga bittiği zaman
    ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
    Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı,
    kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan...





    YEDİNCİ BAP


    922 AĞUSTOS AYI
    ve
    KADINLARIMIZ
    ve
    6 AĞUSTOS EMRİ
    ve
    BİR ÂLETLE BİR İNSANIN HİKÂYESİ



    Ayın altında kağnılar gidiyordu.
    Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.
    Toprak öyle bitip tükenmez,
    dağlar öyle uzakta,
    sanki gidenler hiçbir zaman
    hiçbir menzile erişmiyecekti.
    Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
    Ve onlar
    ayın altında dönen ilk tekerlekti.
    Ayın altında öküzler
    başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
    ufacık, kısacıktılar,
    ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
    ve ayakları altından akan
    toprak,
    toprak
    ve topraktı.
    Gece aydınlık ve sıcak
    ve kağnılarda tahta yataklarında
    koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
    Ve kadınlar
    birbirlerinden gizliyerek
    bakıyorlardı ayın altında
    geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
    Ve kadınlar,
    bizim kadınlarımız :
    korkunç ve mübarek elleri,
    ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
    anamız, avradımız, yârimiz
    ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
    ve soframızdaki yeri
    öküzümüzden sonra gelen
    ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
    ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
    ve karasabana koşulan
    ve ağıllarda
    ışıltısında yere saplı bıçakların
    oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
    kadınlar,
    bizim kadınlarımız
    şimdi ayın altında
    kağnıların ve hartuçların peşinde
    harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
    aynı yürek ferahlığı,
    aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
    Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
    ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
    Ve ayın altında kağnılar
    yürüyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.

    «6 Ağustos emri» verilmiştir.
    Birinci ve İkinci ordular, kıt'aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
    yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
    98956 tüfek,
    325 top,
    5 tayyare,
    2800 küsur mitralyöz,
    2500 küsur kılıç
    ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
    ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
    kımıldanıyordu gecenin içinde.
    Gecenin içinde toprak.
    Gecenin içinde rüzgâr.
    Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
    gecenin içinde :
    insanlar, âletler ve hayvanlar,
    demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
    korkunç
    ve sessiz emniyetlerini
    birbirlerine sokulmakta bulup,
    kocaman, yorgun ayakları,
    topraklı elleriyle yürüyorlardı.
    Ve onların arasında
    Birinci Ordu İkinci Nakliye Taburu'ndan
    İstanbullu şoför Ahmet
    ve onun kamyoneti vardı.
    Bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :
    İhtiyar,
    cesur,
    inatçı ve şirret.
    Kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine
    şasinin altına, dingilin üzerine
    budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen
    ve kalb ağrılarıyla
    ve on kilometrede bir
    karanlığa yaslanıp durduğu halde
    ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
    şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu :
    «6 Ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından
    «... ihzar ve teşkil edilmiş bulunan
    ve cem'an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
    100 kadar serî otomobil...» diye bahsediliyordu.
    İhzar ve teşkil olunanlar,
    bu meyanda Ahmet'in kamyoneti,
    insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip
    Afyon - Ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.

    Ahmet'in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.
    Bu şarkı nihaventtir
    ve beyaz tenteli sandalları,
    siyah mavnaları,
    güneşli karpuz kabuklarıyla
    bir deniz kıyısındadır şehir.

    Vantilâtörde adedi devir
    düşüyor gibi.
    Arkadaşlar ileri geçtiler.
    Ay battı.
    Manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.

    Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
    çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip Bücür'ü,
    kalk,
    sıra servilerin önünden yürü,
    çeşmeyi geç,
    mektep bahçesi, medreseler,
    orda, Harbiye Nezareti'nin arka duvarında
    siyah çarşaflı bir kadın
    çömelip yere
    darı serper güvercinlere
    ve papelciler
    şemsiye üstünde papaz açarlar.

    Motor mızıkçılık ediyor,
    bizi dağ başlarında bırakacak meret.

    Ne diyorduk oğlum Ahmet?
    Dökmeciler sağda kalır,
    derken, Uzunçarşı'ya saparken,
    köşede, sol kolda seyyar kitapçı :
    «Hikâyei Billûr Köşk»,
    altı cilt «Tarihi Cevdet»
    ve «Fenni Tabâhat».
    Tabâhat, mutfaktan gelirmiş,
    yani yemek pişirmek.
    Hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.
    Yaldızlı kuyruğundan tutup
    bir salkım üzüm gibi yersin.

    İlerde bir süvari kolu gidiyor,
    saptılar sola.

    Uzunçarşı'yı dikine inersin.
    Sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler.
    Ve sen İstanbullu,
    sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan
    şaşarsın İstanbullulara :
    ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.
    Rüstem Paşa Camii.
    Urgancılar.
    Urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
    ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar
    urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
    Zindankapı, Babacafer.
    Uzakta Balıkpazarı.
    Kuruyemişçiler.
    Yemiş iskelesindeyiz :
    sandalları, mavnaları,
    güneşli karpuz kabuklarıyla
    yüzüne hasret kaldığım deniz.

    Sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?
    İnip
    baksam...

    Yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip
    Eyüp'te Niyet Kuyusu'na gittikti.
    Elleri yumuk yumuk,
    bacakları biraz çarpıktı ama,
    yeşil zeytin tanesi gibi gözler.
    Kaşları da hilâl gibi çekikti.
    Tam Kasımpaşa'ya yaklaştık, beyaz başörtüsü...

    Lastik hava kaçırıyor.
    Derdine deva bulmazsak eğer...
    Dur bakalım Babacafer...

    Üç numrolu kamyonet durdu.
    Karanlık.
    Kriko.
    Pompa.
    Eller.
    Küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
    lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken
    Ahmet hatırladı :
    bir gece nüzüllü babaannesini
    sedirden sedire taşırken
    kadıncağız...

    İç lastik boydan boya patladı.
    Yedek?
    Yok.
    Dağlarda avaz avaz
    imdat istemek?

    Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
    sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.
    Hem, hani bir koyun varmış,
    kendi bacağından asılan bir koyun.
    Süleymaniyeli şoför Ahmet
    soyun...

    Soyundu.
    Ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
    ve kırmızı kuşak,
    Ahmet'i postallarının üstünde çırılçıplak
    bırakarak
    dış lastiğin içine girdiler,
    şişirdiler.

    Bu şarkı nihaventtir.
    Deniz kıyısında bir şehir...
    Beyaz başörtüsü...

    Saatta elli yapıyoruz...
    Dayan ömrümün törpüsü,
    dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmet'i,
    dayan arslan...

    Hiçbir zaman
    böyle merhametli bir ümitle sevmedi
    hiçbir insan
    hiçbir âleti...




    SEKİZİNCİ BAP


    26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
    İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
    ve
    İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
    BAKAN NEFER



    Saat 2.30.

    Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
    ne ağaç, ne kuş sesi,
    ne toprak kokusu vardır.
    Gündüz güneşin,
    gece yıldızların altında kayalardır.
    Ve şimdi gece olduğu için
    ve dünya karanlıkta daha bizim,
    daha yakın,
    daha küçük kaldığı için
    ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
    evimize, aşkımıza ve kendimize dair
    sesler geldiği için
    kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
    okşayarak gülümseyen bıyığını
    seyrediyordu Kocatepe'den
    dünyanın en yıldızlı karanlığını.
    Düşman üç saatlik yerdedir
    ve Hıdırlık-tepesi olmasa
    Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
    Küzeydoğuda Güzelim-dağları
    ve dağlarda tek
    tek
    ateşler yanıyor.
    Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
    ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
    şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
    Akarçay belki bir akar su,
    belki bir ırmak,
    belki küçücük bir nehirdir.
    Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
    ve kılçıksız yılan balıklarıyla
    Yedişehitler kayasının gölgesine girip
    çıkar.
    Ve kocaman çiçekleri eflâtun
    kırmızı
    beyaz
    ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
    haşhaşların arasından akar.
    Ve Afyon önünde
    Altıgözler Köprüsü'nün altından
    gündoğuya dönerek
    ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
    Büyükçobanlar Köyü'nü solda
    ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp
    gider.

    Düşündü birdenbire kayalardaki adam
    kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
    Kim bilir onlar ne kadar büyük,
    ne kadar uzundular?
    Birçoğunun adını bilmiyordu,
    yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
    Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da
    geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.

    Dağlarda tek
    tek
    ateşler yanıyordu.
    Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
    şayak kalpaklı adam
    nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
    güzel, rahat günlere inanıyordu
    ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
    birdenbire beş adım sağında onu gördü.
    Paşalar onun arkasındaydılar.
    O, saatı sordu.
    Paşalar : «Üç,» dediler.
    Sarışın bir kurda benziyordu.
    Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
    Yürüdü uçurumun başına kadar,
    eğildi, durdu.
    Bıraksalar
    ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
    ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
    Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.

    Saat 3.30.

    Halimur - Ayvalı hattı üzerinde
    manga mevziindedir.

    İzmirli Ali Onbaşı
    (kendisi tornacıdır)
    karanlıkta gözyordamıyla
    sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
    baktı manga efradına birer birer :
    Sağda birinci nefer
    sarışındı.
    İkinci esmer.
    Üçüncü kekemeydi
    fakat bölükte
    yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
    Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
    Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
    tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
    Altıncı,
    inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
    memlekette toprağını ve tek öküzünü
    ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
    kardeşleri onu mahkemeye verdiler
    ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
    ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
    Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
    Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
    ve gözünü kırpmadan
    daha bir hayli yara alabilir,
    yine de dimdik ayakta kalabilir.
    Sekizinci,
    İbrahim,
    korkmıyacaktı bu kadar
    bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
    birbirine böyle vurmasalar.
    Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki :
    tavşan korktuğu için kaçmaz
    kaçtığı için korkar.

    Saat 4.

    Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
    On ikinci Piyade Fırkası.
    Gözler karanlıkta, uzakta.
    Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
    Herkes yerli yerinde.
    Tabur imamı
    mevzideki biricik silâhsız adam :
    ölülerin adamı,
    kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
    durdu boyun büküp
    el kavuşturup
    sabah namazına.
    İçi rahattır.
    Cennet, ebedî bir istirahattır.
    Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
    meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
    Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

    Saat 4.45.

    Sandıklı civarı.
    Köyler.
    Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
    çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
    Çukurova beygiri
    kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
    dizkapaklarında kan,
    kantarmasında köpük...
    İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
    atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
    Geride, köylerde bir horoz öttü.
    Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
    ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
    Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
    bir başka horoz vardır :
    baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
    Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
    çorbasını yapmışlardır...

    Saat beşe on var.

    Kırk dakka sonra şafak
    sökecek.
    «Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
    Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
    On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
    ve onların genci, uzunu,
    Darülmuallimin mezunu
    Nurettin Eşfak,
    mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
    konuşuyor :
    -Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
    bilmem ki, nasıl anlatsam,
    Âkif, inanmış adam,
    fakat onun, ben,
    inandıklarının hepsine inanmıyorum.
    Meselâ, bakın :
    «Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»
    Hayır,
    gelecek günler için
    gökten âyet inmedi bize.
    Onu biz, kendimiz
    vaadettik kendimize.
    Bir şarkı istiyorum
    zaferden sonrasına dair.
    «Kim bilir belki yarın...»

    Saat beşe beş var.

    Dağlar aydınlanıyor.
    Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
    Gün ağardı ağaracak.
    Kokusu tütmeğe başladı :
    Anadolu toprağı uyanıyor.
    Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
    ve pırıltılar görüp
    ve çok uzak
    çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
    bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
    ön safta, en ön sırada,
    şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

    Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın
    yaşı yirmi birdi.
    Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
    kalktı ayağa.
    Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
    Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
    öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
    bütün ömrünü ve hâtırasını
    ve yedi buçukluk bataryasını
    ağlanacak kadar küçük buluyordu.

    Yüzbaşı sordu :
    - Saat kaç?
    - Beş.
    - Yarım saat sonra demek...

    98956 tüfek
    ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
    yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
    bütün âletleriyle
    ve vatan uğrunda,
    yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
    Birinci ve İkinci ordular
    baskına hazırdılar.

    Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
    beygirinin yanında duran
    sarkık, siyah bıyıklı süvari
    kısa çizmeleriyle atladı atına.
    Nurettin Eşfak
    baktı saatına :
    - Beş otuz...
    Ve başladı topçu ateşiyle
    ve fecirle birlikte büyük taarruz...

    Sonra.
    Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
    Bunlar :
    Karahisar güneyinde 50
    ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

    Sonra.
    Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
    Aslıhanlar civarında
    30 Ağustosa kadar.

    Sonra.
    Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
    Esirler arasında General Trikopis :
    Alaturka sopa yemiş bir temiz
    ve sırmaları kopuk frenk uşağı...

    Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
    Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»
    Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,
    buraya gönderenler öldürdü seni...»

    Sonra.
    Sonra, 31 Ağustos günü
    ordularımız İzmir'e doğru yürürken
    serseri bir kurşunla vurulan
    Deli Erzurumluydu.
    Devrildi.
    Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
    Baktı yukarı,
    baktı karşıya.
    Gözler hayretle yandılar :
    önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
    her seferkinden kocamandılar.
    Ve bu postallar daha bir hayli zaman
    üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
    seyredip güneşli gökyüzünü
    ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
    Sonra...
    Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
    ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
    yüzlerini toprağa döndüler...

    Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
    Kan içindeydi yüzü gözü.
    Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
    Kaçanı kovalamıyordu yalnız
    ulaşmak da istiyordu bir yerlere
    ve sadece kahretmiyor
    yaratıyordu da.
    Ve kılıçların,
    nalların,
    ellerin
    ve gözlerin pırıltısı
    ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
    Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
    ve şu türküyü duydu :
    «Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
    Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
    bu memleket bizim.

    Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
    ve ipek bir halıya benziyen toprak,
    bu cehennem, bu cennet bizim.

    Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
    yok edin insanın insana kulluğunu,
    bu dâvet bizim...

    Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
    ve bir orman gibi kardeşçesine,
    bu hasret bizim...»>

    Sonra.
    Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
    ve Kayserili bir nefer
    yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
    öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
    Güneyden Kuzeye,
    Doğudan Batıya,
    Türk halkıyla beraber
    seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.

    Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
    Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
    Türk halkı bağışlasın bizi,
    onlar ki toprakta karınca,
    suda balık,
    havada kuş kadar
    çokturlar;
    korkak,
    cesur,
    câhil,
    hakîm
    ve çocukturlar
    ve kahreden
    yaratan ki onlardır,
    kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...




    Nâzım HİKMET



    939 İstanbul Tevkifanesi,
    940 Çankırı Hapisanesi,
    941 Bursa Hapisanesi.
    Onur Yollarda
    Facebook: http://www.facebook.com/OnurYollarda
    YouTube: https://www.youtube.com/channel/UC1TqEwgGS4AHvdmULc9qoIQ

  14. #14
    Kartal23 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    07 Temmuz 2005
    Şehir
    İstanbul/Esenyurt
    Motosikleti
    Motorumu Sattım
    dostlar bu yazıları duygulanarak okudum ve bir çok arkadaşıma mail gönderdim.... geçensene oralardaydım o sargı ağacının hikayesi resmen beni parçaladı...

  15. #15
    2move - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    05 Eylül 2005
    Şehir
    İstanbul
    Allah hepsinden razı olsun.BUGÜN,BU MERMİYİ TAŞIYACAK İMAN KİMDE VAR?
    YA İSTİKLAL ,YA ÖLÜM ! ! !

    Alemin kralı çarşı , herkeze karşı

  16. #16

    Üyelik
    09 Aralık 2005
    tüm emeği geçen arkadaşlara tesekkürler,bunları okuyunca şanlı tarihimizle bir kere daha gurur duydum ve türk milletinin vatan sevgisinin,millet aşkının tarih boyunca ilellebet süreceğini anladım

  17. #17
    ceash - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    13 Kasım 2005
    Şehir
    GEBZE
    Motosikleti
    LEDOV 250 CMX-A
    hepsi ayrı ayrı birer kahraman nur içinde yatsınlar

    ALLAH ONLARDAN RAZI OLSUN (AMİN)

  18. #18
    rsm - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    16 Mart 2006

    canakkale....

    Her gecen gun degerini daha iyi anladigimiz bu ozel zafer gunu dolayisiyla sehitlerimizi saygi ve rahmetle aniyorum...
    Bugun onlarin sayesinde variz.........

  19. #19
    rsm - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    16 Mart 2006
    Bu gunun onemi giderek artiyor gunumuzde, bu cocuk askerleri gordukce cok duygulaniyorum ve bende ayni seyleri su an yapmaya haziri , ama once su basimizdaki hukumetten ve kokusmus polikadan kurtulmakla baslamaliyiz, tum sehit ve gazilerimizi saygi ve rahmetle aniyorum....

  20. #20
    ylmzzz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    31 Aralık 2005
    Şehir
    Konya
    Motosikleti
    Kawasaki Z800
    bu da benim çektiğim bir çanakkale fotosu. gözleri yaşartan biryer keşke tekrar gidebilsem

    Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredersin


    REKLAM ALANI
1. sayfa 12 SonuncuSonuncu

Konu içerisindeki kullanıcılar

Şu an bu konu içerisinde 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 misafir)

Bu Konudaki Etiketler