Motosikletini ilk aldığı günü düşündü. Anlatılmaz bir duyguydu yaşadığı. Çok yoğundu. İlk gittiği rock konserindeki his gibiydi biraz ama bunda fazladan bir sahiplik hissi vardı. Yani biletini alıp izlemeye gittiği adamlar gibi evine dönmeyecekti motoru. Onunla olacaktı her zaman, nereye gitse o olacaktı. Mutluydu işte. “İnsanlar evlendiğinde buna benzer şeyler hissediyor olmalı” diye düşündü. Hiç evlenmemişti ki... Gerçi yoğun duygular yaşadığı bir çok şey olmuştu tabii. Tuttuğu takımın bir çok maçı vardı eskiden sevinçten deliye döndüren mesela. Ya da Irak’a ilk bomba düştüğünde her hücresini kaplayan nefret. Ama biri “hadi” dese gidemezdi herhalde savaşa... belki de o kadar cesur değildi. Bir şeyi uğruna terleyecek kadar sevemiyor ya da nefret edemiyor da olabilirdi... Sonra motosiklete ilk binişi vardı bir de. Ne kadar da üzülmüştü kayıp yıllara.
12-13 yaşlarındayken eniştesinin kullandırdığı Honda Kinetic scooter’ı saymazsak ilk motorunu 2005’te kullanmıştı. Öğrenciydi o yıllarda Çanakkale’nin adının neden Biga diye kaldığını bilmediği ilçesinde. Lisansı bitirmiş, yüksek lisans öğrencisi taklidi yapıyordu iki yıldır. “6 senemi yedi” diyordu bu şehir... ama bu dediğine kendi de inanmıyordu. Çünkü en sevdiği 6 senesini burada geçirdiğini aslında biliyordu. Bir çok arkadaşının arasında 30’lu yaşların ortasında Ayhan diye biri vardı biraz özelleşen. Tattoo derlerdi ona. Geçici dövme yapıp takılar satarak yaşam mücadelesi veren, sakallı, bandanalı, yırtık tişörtler giyen kendi gibi bir serseri. Bir motosikleti vardı. 91 model Xing-Fu marka 250’lik bir Çinli touring. O kadar iyi bakılmıştı ki hala 90’ı görebiliyordu. Her gün gittiği Ayhan’ın baraka gibi dükkanında, kimseye belli etmemesine rağmen en çok motosiklet ilgisini çekebiliyordu. Kullanamayacağını sanıyordu. Sağ ayağındaki kısalık, incelik ve güçsüzlüğün engel olacağını düşünüyordu. Öyle ya... tek ayak üstünde bile duramıyor, bisiklet kullanırken sağ virajlarda endişeleniyordu. “Bir kırmızı ışıkta dururken sol ayağımla vites değiştirmem gerektiğinde ne halt yerim ben” diyordu. Yine kimseye söylememesine rağmen biliyordu ki 12 yaşından beri aşıktı motosiklete. O zamanlar ayağını yere koyması gerekmiyordu çünkü o işi arkasında oturan eniştesi yapıyordu. Ama şimdi kendi ayakları üzerinde durmalıydı... ve bu mümkün değildi. Ta ki Ayhan “sen niye motosiklet almıyorsun” diyene kadar. “Öğrenci adamda motor alacak para ne gezer” diye geçiştirmeyi düşünürken Ayhan’ın heyecanlandırıcı teklifi geldi; “Dere kenarına gidelim, orada alışırsın biraz kullanmaya, okul bitince de alırsın işte bir tane”. Kullanamayacağını düşünmesine rağmen “tamam” dedi. Düşecekti... ama motosiklet kullanmış olacaktı.
Dere kenarına indiler. Vites ve debriyajı sonra da bunların arabadaki gibi kullanıldığını öğrenince, üstüne üstlük motorun üstüne oturduğunda sağ ayağını da çok rahat kullanabildiğini görünce hemen işe koyuldu. İşte ilerliyordu. 50 metre gidiyor ve bir ‘u’ dönüşü yaparak geri geliyordu. Sonra bir tur daha... bir tur daha... bir tane daha. İlk kez sevişmek gibiydi. Mutluluktan ve zevkten ağzı kulaklarına öyle bir varmıştı ki ancak sabahın 3’üne doğru eski haline dönebildi. İşte kullanmıştı.
İkinci gün artık ‘dolaşmaya’ başladı. İşi öğreniyordu ama bu sefer gülümseme yok, gözyaşı vardı. “Şimdiye kadar aklım neredeydi” diyordu, “denemedin bile seni korkak!”. Kayıp yılların acısını çıkartmanın yollarını düşlüyordu ve Iron Maiden’ın Wasted Years şarkısını mırıldanıyordu. Olmuştu işte...
Üstüne bir yıldan az bir zaman geçmişti ki ilk motosikletine kavuştu. Okul bitmiş, sevdiği bir işe girmiş ve en kısa zamanda ödeyeceğini taahhüt ederek ailesinden borç para alarak Aykon Motosiklet’e gitmişti. İçerisi buram buram Rock’n Roll kokuyordu. Aynı konserlerdeki gibi bir hava vardı burada. Coşku, heyecan, asalet, isyan ve ayağa kalkıp sesinin yettiğince çığlık atma isteği... sonradan fark edecekti aslında kokan şeyin müzik değil de bu duygular olduğunu. Çünkü motosiklette bunları hissettiriyordu. Manowar’ın atlarına benzettiği siyah cruiser’ın yanına gitti. Dokundu, okşadı, kokladı... “alıyorum” dedi. Satış görevlisi Tuncay’ın yüzündeki gülümsenin para kazandığı için değil de bir tutkunu motosiklet sahibi yaptığı için oluştuğunu anlamamak mümkün değildi. Teslim almaya gittiğin de köşeyi dönene kadar arkasından bakmıştı adama.
Köşeye dönmüş ve trafiğe karışmıştı. Topu topu 100 km’lik bir tecrübesi ya vardı, ya yoktu. Üstelik ilk kez cruiser kullanıyordu. Ama hakkını vermek gerek... gerçekten kullanabiliyordu. Heyecanını yenmiş ve öyle bir oturmuştu ki koltuğa, görseniz 30 yıllık motorcu sanırdınız. 25 yaşında 30 yıllık bir motorcu!... 7-8 km’lik yolu bitirip evinin önüne park ettiğinde sahip olduğu şeyin varlığına inanamadı. Sanki sabah kalkacak ve gördüğü rüyanın neşeli hüznüyle minibüs durağına doğru yollanacaktı gibi.
Eve çıktı. Üstünü değiştirdi ve kanepeye yerleşti. Sanki oturuşu bile değişmişti. Mutlu muydu ne!.. Yatma zamanı geldiğinde ruhsatı ve anahtarları yatağının yanın koymuştu. Motosiklet sahibiydi artık. Hayallere gömüldü. Artık Turn The Page’de anlatıldığı gibi uzun ve ıssız bir otoyolda sadece motorun homurtusuyla karışık müzik dinleyerek saatlerce ilerleyebilecek, yol kenarındaki lokantalarda insanların bakışlarını umursamadan yemek yiyebilecek, rüzgar ve güneş tenini yakarken ve zihninde türlü türlü pencereler açılıp kapanırken geceye sürebilecekti.
Artık O bir motorcuydu!..