Aslında buraya kendi gezimi yazmak isterdim ama şimdilik beni bu siteye yönlendiren vatan gazetesi yazarı Tuğçe Baran'ın motorsiklet ile yunanistan turunu anlattığı yazıyı burda paylaşacağım. Zevkle okuyorum ve bende birgün bunları yapacağım diye hevesleniyorum..TAbiiki birazda bilgileniyorum...
Beni motorsikletle gezi sevdasına düşüren yazı silsilesine başlıyorum....


Motorcu Ruhu

Takip etmeyenler için kısa bir özet geçelim: Yazar, önümüzdeki hafta motosiklet tepesinde manitasıyla Yunanistan'a gidecektir ve lakin parasız olduğu için gerekli malzemeleri tedarik edemez, eşe dosta yalvarma moduna geçer..

***


Kim derdi ki hayatında daha önce topu topu üç saat motor arkasında yolculuk etmiş biri, birden kendini acayip cömert bir topluluk içinde bulsun ve asla sahip olamayacağı bir takım malzemelere şak diye kavuşsun..

Evet böyle bir şey varmış. "Motorcu dayanışma ruhu" diye bir şey varmış gerçekten. Yıllarca duyduğum fakat inanmadığım şey gerçekmiş!

Geçen gün anlattığım gibi gerekli malzemeleri tedarik etmemiz hüsranla anlaşıldı ki mümkün değil. Eşek yükü bir para..

Onun üzerine motor sahibi arkadaşlara başvurduk.

Sanıyordum ki herkes "yok bana lazım" "yok veremem, çok kıymetli" diyecek.

Hayır öyle olmuyormuş. Pekala, neredeyse canından çok sevdiğin, dünyanın parasını verdiğin montunu, kaskını, suyunu büyünü verebiliyormuşsun. Bu araba sahibi olmaya benzemiyor. Kimse kimseden "yola çıkıyorum stepneni, tamponunu, yan aynanı istiyorum" diyemez. Ama motorcu olduğun zaman isteyebiliyorsun..

Ben hayatımda kimseden tek bir şey istemiş bir insan değilken şu an Müge sayesinde bir adet motor montu, bir adet motor pantolonu, dizlik, bel kuşağı, Mustafa sayesinde bir adet bagaj kutusu, Arzu sayesinde mask, Lale sayesinde bir adet gözlük, Ali sayesinde bir adet yan çanta sahibiyim..

Sağ kalır geri dönersek elbette hepsini geri vereceğiz ama şu an robokop gibi donanmış durumdayız.

Ne diyebilirim ki..

Mutluyum, huzurluyum..

Hepsine teşekkür ederim.

Parasız da seyahat edilir düsturunu kanıtlamak için ne gerekiyorsa yapıyoruz gördüğünüz gibi.. İster inanın ister inanmayın..

***/center>

Daha da enteresanı şu:

Bir site var. www.hospitalityclub.org diye. Adı üstünde (misafirperverlik.org) bu sitenin amacı benim gibi çılgın gibi seyahat edenleri bir araya getirmek. Üye oluyorsun, bir profil oluşturuyorsun ve dünyanın her yerinden gelebilecek insanları ister evinde ağırlıyorsun ister şehri gezdiriyorsun. Aynı şekilde sen de dünyanın her yerindeki insanlara ücretsiz misafir olabiliyorsun. Maksat arkadaşlık, kardeşlik, şu bu..

Dün gece, sabaha kadar Yunanistan rotamız üzerindeki şehirlerde oturan üyelere mektup yazdım. Tam 89 tane! Tek tek, "biz İstanbul'da yaşayan bir çiftiz, Yunanistan'ın kuzeyini motorla gezeceğiz, müsaitseniz size geleceğiz.." yaz Allah yaz..

Ne cevaplar gelecek şiddetle merak ediyorum. İlk defa deniyorum bakalım ne olacak..

Evet yine koro halinde neyi tekrar ediyoruz?

PARASIZ DA SEYAHAT EDİLİR LİR LİR LİR!!!

_____________________________




Gümrük Kapıları

Bir kara gümrük kapısından son geçişim 9 yaşıma denk geliyor. Aşağı yukarı 23 yıl önce.. Yani.. Sanırım.. Her zamanki gibi yanlış hesap etmediysem.. Ki muhtemeldir.. Dört işlemde felaket berbatım biliyorsunuz.. (Kuantum deyince akan sular durur ama.. Nihoh nihoh..)

Kilometrelerce uzayan kuyruklar hatırlıyorum. Elimdeki balon gibi plastiği sıkınca zıplayan tavşanımla iki kere kat etmiştim bütün kuyruğu. Zıplayan plastik tavşan hızıyla git gel yarım saat. Yani öyle bir kuyruk. Alamancı kuyruğu. Bittabi.

Pis, bakımsız, sevimsiz bir gümrük kapısıydı.. Kapıkule miydi? İpsala mı? Hatırlamıyorum. Sonra o kötü kazayı geçirdik. Bir daha gümrük mümrük kalmadı bizim için. Bittik, dağıldık, savrulduk dört bir yana..

Çocukluğumun pis, berbat gümrük kapıları gitmiş, yerine son derece temiz, son derece modern, şaşırtıcı bir şekilde ferah gümrük kapıları gelmiş. İpsala hakikaten şık bir gümrük kapısı olmuş. Temiz tuvaletler, mis gibi çarşılar, bankalar, freeshoplar, cafeler, PTT'ler..

Geçmemiz bir saatimizi aldı gerçi ama ne yapalım.. Biz Türkler beklemeyi, bekletmeyi, işi hafiften yokuşa sürmeyi -harç pulu almak için vezneye gidiyorsun, vezne tabii ki dolar veya euro kabul etmiyor. Onun üzerine bankaya gidiyorsun, oradaki çocuk yanlış isim yazıyor, geri dönüyorsun, düzelttiriyorsun, bu arada triptik denilen nane ki Manita Bey "triptirik" demekte ısrar edip beni gülmekten gebertiyor, saatlerce inceleniyor, stajyer olduğunu tahmin ettiğim bir kızcağız nedense motosiklet işlemini bir türlü yapamıyor, şef çağrılıyor gibi- severiz. Ve lakin güzel mi gümrük kapımız? Evet çok güzel.. Beğendik, takdir ettik..

Bisküvi reklamına konu mankeni olan meşhur Türk Yunan sınır köprüsünü geçtikten sonra Yunan tarafına geliyoruz ki sanki 15 senedir AB üyesi biziz de aday adayı olup yalvar yakar olan onlar.. Gümrük kapısının, Lozan anlaşmasından beri tek bir taş eklenmemiş, tek bir kat boya sürülmemiş gibi bir hali var. Bir rezillik ki akıllara ziyan.

Hayır bir yandan da sempatik tabii.. Orada yirmi beş tane araba beklemiyormuş gibi yaka bağır bele kadar açık gömleklerle itiş kakış, gülüş cümbüş çene çalan polisler, içinde üç parça karpuz kaldığı için türlü dökülemeyen, temizlenemeyen oval VE metal servis tabakları, Manita bey'in uzun saçlarıyla oynayan sonra da motor muhabbeti yapan pasaport görevlisi -tabii ki komple Yunanca. İngilizce sadece İngilizlerin dilidir öyle değil mi..-, beş dakika boyunca rotamızı öğrenmeye çalışıp BEĞENMEYEN, illa kendi memleketine göndermeye çalışan başka bir görevli..

Hangi kapı daha TÜRK tümüyle şüphe içindeyim. Tam bir cümbüş kısacası.. Resmen hayatlarından bezmişler, eğlence arıyorlar.. Bir nevi "Doğu Hizmeti" oluyor tabii onlar için İpsala. Veya onlar her ne isim veriyorsa.. Bizdeki gibi "sürgün" yatağıdır belki de kim bilir..

Derken sınırı geçer geçmez dün sözünü ettiğim doluya tutulduk. Evet 31 Temmuz günü: Dolu.. Olacak şey değil.

İtiraf edeyim pek hoş değildi. Bir viyadük altına sığınmasaydık bayağı bir hasar alırdık.

Gelebile gelebile Alexandroupolis'e (Dedeağaç) kadar gelebildik. Fazla uzakta değiliz yani. Telefonlar hâlâ Turkcell çekiyor.

Yarın derinlere dalacağız inşallah. "Efharisto poli" diyor, sizi sevgiyle "endaksi"liyorum..

______________________________

Dedeağaç

Motorla Yunanistan seyahati tam gaz devam ediyor.

Bizim Dedeağaç, onların Alexandropoli dediği bu komik kasabadayız. Bizim Enez'in tam karşısına denk geliyor. Işıklar karşılıklı görülüyor, cep telefon sinyalleri karşılıklı alınıyor, televizyon kanalları karşılıklı seyrediliyor. (Biraz cızırtılı da olsa TRT 3)

Dedeağaç tam bizim Avsa, Erdek gibi bir yer. Anacık babacık öz hakiki bir aile sayfiye kasabası.. Bizdeki gibi apartmanlar, bizdeki gibi bol ve büyük tabelalı dükkanlar, bizdeki gibi milyonlarca çocuk, bizdeki gibi akşam üstü çıkıp kordondan yürümeler -ki onlar "volta" diyorlarmış piyasa yapmaya-bizdeki gibi kahvelere- floresan lambalı!- çay bahçelerine ailecek, sülalecek hatta mahallecek takılmalar.. (Tek ve en önemli fark: Kahvede veya cay bahçesinde de bira veya uzo servis ediliyor.)

Kordon boyu akşam oldu mu trafiğe kapatılıyor. Meşhur siestaları (uzuuuuuuun öğlen tatili) bitip de hepsi kendini yeniden sokağa atınca harikulade bir insan seli oluşuyor sahil boyunca. Bir kenarda oturup seyredince -ki her taraf birden masa ve sandalye doluyor- televizyon seyrediyormuş gibi oluyor insan.. Her yaş ve her cins insan bir arada.. Bir oraya bir buraya..

İnsanlara bakıyoruz bakıyoruz ve şunu söylemekten kendimizi alamıyoruz:

Felaket benziyoruz yahu! Sanki hiç memleketten ayrılmamışız gibi!

Çocuk azarlama şeklimizden tutun da, dedikodu yaparken sesimizi alçaltmamıza, cep telefonuyla sürekli mesaj atmalara, manasızca bir baştan bir başa yürümelere, kağıt mendil satıcısı küçük kızlara, -aynı vıyırdanma, aynı yapışma- boncuk, tespih ve çakmak satıcısı tekerlekli sandalyeli sakata -tek fark: buradaki sakat arabaları elektrikli- hep bir ağızdan konuşmalarına, kızların kocaman totolarına, tavla oynayış biçimlerine kadar felaket benziyoruz..

Askeriyenin bahçesinde, süs olsun diye, 2. Dünya Savaşandan kalma paslı bir tank bile var! Ve bilin bakalım top nereye doğru çevrili? Tabii ki bizde nereyeyse onun aksi istikametine! Elbette ki düşman topraklarına doğru!

Mühim benzerlikler bunlarken mühim benzemezlikler de şunlar:

Çekirdek terörü yok. Kimse çattara çattara çekirdek yiyip kabuklarını yerlere atmıyor.

Giyimler son derece rahat, şortlar, mini etekler, çatal ortada düşük belli pantolonlar.. Fakat kimse dönüp bakmıyor. Öküzler sadece bizim tarafta.

Sırf erkekten oluşan "hödö hödö" grupları yok. En fazla iki veya üç erkek olarak takılıyorlar. Ve tabii ki sessizce.

Kahvelerde evet televizyon var fakat sesi hayvan gibi açılmış değil.

Garsonlar sevimli ve ter kokmayan genç kızlardan oluşuyor.

Şehir temiz, insanlar temiz..

***


Günün yemeği:

Anatoli'nin yerinde, tsipura, beyaz peynirli salata ve kalamari. Kalamarda iş yok, lastik gibi ama çipura, çiftlik olmasının getirdiği şaşılığı saymazsak hafif baharatlı gayet güzeldi. Salata ise nefisaki..

Yarın: Batı Trakya derinleri..


__________________________




Ayşe Teyze ve Haydar Ağbi

Dedeağaç'tan ayrılıp kendimizi Batı Trakya'nın derinliklerine attık. Otoyoldan ayrılıp önce haritada kırmızıyla gösterilmiş yollara, sonra sarı ile gösterilmiş yollara, sonra da beyaz ile gösterilmiş yollara girdik..

Yani öz hakiki köy yollarına. En tali yollara.

Neyi aradığımızı ikimiz de bilmiyorduk. Ana maksadımız Dedeağaç'tan Kavala'ya gitmek. Üç şeritli otobandan da gitmek mümkündü ama biz elbette ki oradan gitmedik.. İstedik ki kaybolalım...

Sapes çıkışından otobanı bırakıp içeriye girdik.. Öyle rasgele gitmeye başladık. Önce şehirleri, sonra kasabaları terk ettik.

Artık tarlaların arasından gidiyorduk. Ülkeye girdiğimizde burnumuza gelen kekik kokulan yeniden gelmeye başladı.. Allah'ım nasıl baştan çıkana, nasıl baş döndürücü bir koku.. Ve nasıl yoğun.. Bizim memlekette de kekik yok mu? Neden böyle kokmuyor ortalık? Sanki yere göğe kekik ekilmiş.. Halbuki değil. Her taraf ayçiçeği ve tütün tarlası. Muhtemelen motorla seyahat ettiğim için kokuları daha iyi alıyordum...

Kekik ve zaman zaman gübre kokuları arasında -evet motorla seyahat her tür koku demek - ilerlerken bir süre sonra camili köyler görmeye başladık. Aha Türk köyleri! Bati Trakya Türkleri'nin arasındaydık!

Aman bizde bir heyecan bir heyecan! Hani yıllardır bir Türk'le karşılaşmamışız gibi zart çevirdik dümeni camili köylerden birine..

Pır pır dolaşıyoruz, ortada tek bir insan yok. Caminin yanına kadar gittik, "Ahmet Ağbi, Hasan Amca" -nasılsa bir tane vardır- diye seslendik ama ses eden olmadı..

Tam dönüyorduk, yeniden kiliseler başladı ki bir bakkal gördük. Sinekli bakkalın en sineklisi. Yan kahve yarı bakkal.. Bir teyze sinirli sinirli yeri süpürüyor.

Su vardır inşallah diye kendi aramızda konuşurken teyze "Su mu? Hee var!" dedi. Türkçe! İşte bulmuştuk bir kişi.

Türkiye'den geldiğimizi söyleyince o hayatından bezmiş teyze bir anda canlandı. "Kahve yapıverem, Fanta veriverem, kola açıverem.." Sanki yirmi yıldır görmediği yeğenleriydik.. Neşelenmeler, coşmalar, sarılmalar, öpmeler..

Ve hemen azarlamalar! "Ne yapmışsın oğlum sen saçını böyle! Acayip etmişsin.. Rus sandım ben sizi.. Hiç Türk gibi değilsiniz beyaa!"

Manita Bey uzun saçlı ya.. Nezihe Teyze protestosunu koydu hemen. Bizi Rus sanmış beyaa..

Biz gülüşürken kız kardeşi Ayşe Teyze geldi. Onunla da öpüşüp koklaştık. Derken çocuklar, derken torunlar.. Beş dakikada komple aileyi toparladık anlayacağınız.

İçtiğimiz sularımız Ayşe Teyze tarafından ısmarlanarak neredeyse göz yaşları içinde uğurlandık.

45 dakika sonra yine bir Türk Rum karışık başka köyün kahvesine uğradık. Burada da Haydar Ağbi çıktı karşımıza. Mavi gözlü, yanık tenli nasıl sevimli bir amca! Kolunda ay yıldızlı bir dövme, "ne bu?" dedik, sırıtarak "mapus" dedi, "vurduk zamanında birini, girdik çıktık.. Kanun.. Napacan.." Kahvelerimizi tabii ki Haydar Ağbi ödedi.

İskeçe'de (Xhanti) ise daha hoşu oldu, Türk Mahallesi'nde gezinirken bir eve kahve simit yemeye çağrıldık. Daha doğrusu "halka"..

"Ne işiniz var Urumun yerinde, kalın burada!" dediyseler de biz orada su, burada kahve, şurada simit ısmarlana ısmarlana Kavala'ya kadar geldik.

Günün mönüsü: Sofia'nın yerinde peynirli ve patatesli börek.


____________________________________



Kavala'da Mehmet Ali Paşa'nın 'paşa' torunları


Küçük şehirlerden sonra Kavala, Yunanistan'da gördüğümüz ilk orta büyüklükteki şehir. Artık bizimkilerin yaşadığı bölgede değiliz. Artık "bir zamanlar" yaşadığı şehirlerdeyiz.

Kavala, adından da anlaşılacağı gibi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın memleketi. Hani Mısır Valisiyken Osmanlıya kafa tutup ordusuyla Kütahya içlerine kadar yürüyüp sonra İngilizler'in ara buluculuğuyla geri çekilen, karşılığında Mısır Hidivi olan meşhur paşamız. (Bakınız: Lise 1 tarih kitapları.)

Harikulade su kemerleri karşılıyor bizi şehre girer girmez. Bugüne kadar gördüğüm belki de en görkemli, en güzel su kemerleri..

Akabinde ise tepesinde nefis bir kalenin bulunduğu nefis bir yarımada..

Şehrin eski bölümü bu yüksekçe yarımada üzerinde kurulmuş. Kale, esasen bir Bizans kalesi. Ama Kanuni Sultan Süleyman tarafından güçlendirilip bugünkü halini almış.. Evler, kalenin etrafına inşa edilmiş.. Sokaklar kolye gibi sıra sıra deniz kenarına kadar iniyor..

Parke taşlı daracık sokaklar arasında ilerliyoruz. (Motosikletle seyahat etmenin bir başka avantajı! Giremeyeceğimiz hiçbir sokak, park edemeyeceğimiz hiçbir boşluk yok!) Aralarda cumbalı çok güzel Türk evleri çıkıyor karşımıza. Hele restore edilip pansiyona dönüştürülmüş Yorgo Alvanos'un evi vardı ki kalmayı çok istedik ama yer yoktu.. İki kanatlı harikulade kagir bir ev.

Yavaş yavaş şunu anlıyoruz ki Yunanlar da bizim gibi beton meraklısı. Eski evlerin çoğunu yıkıp yerine iki katlı, balkonlu, koca pencereli yeni evler yapmışlar. Tek teselli o kadar çok çiçek yetiştirmeye meraklılar ki balkonlardan sarkan rengarenk çiçekler sayesinde yeni -ve çirkin- evler görülmüyor..

Fakat eski şehre esas tadı veren Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan kalan harikulade imaret. Yuvarlak zarif hatlı ve kitabeli mermer kapılarını ve sağındaki solundaki dev çınar ağaçlarını görür görmez Osmanlı tadı alıyor insan. Kavala'da değil de Sultanahmet'teyiz sanki..

Rehber kitabın (Lonely Planet) dediğine göre medrese öğrencileri için yurt olarak yapılmış zamanında. Şimdi öğrencilerin hücrelerinde zengin turistler kalıyor. "Ucundan acık" görebildiğimiz kadarıyla -çünkü misafirler rahatsız olurmuş diye bizi sokmadılar- geceliği 880 Euro olan nefis bir otele dönüşmüş. Bir an "biz bu paşanın torunlarıyız ulan! Sizi biz denize, döktük ulan!" diye kavga çıkarmak geldiyse de içimizden ecdadımızın hatırına sessiz kaldık.

Peki 880 Euro'ya oda satılan otelin adı ne? "İmaret". Paradoks böyle bir şey olmalı! Şimdi ölsen gebersen bir bardak su vermezler herhalde bir zamanların imaretinde..

Biz ise Paşa'nın torunları olarak paşa paşa şehrin yeni kesiminde 20 euroluk bir otel bulup yerleştik. Ne yapalım. Gücümüz bu kadar..

Mutsuz muyuz? Katiyen! Mehmet Ali Paşa'nın at üzerindeki heykelinin, esasen sadece yayalara açık olan dibine kadar, sırf çok yoruldum diye beni motorla götürdü ya sevgilim, daha ne isteyeyim.. Eskiden atımız varmış, şimdi motorumuz..

Günün mönüsü: (Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın imareti karşısındaki lokantada) Ohtapoti, sarmaki, caciki ve sardheles.. Nedir bunlar tahmin edin bakalım!



_________________________________________





Selanik: İzmir'in ikiz kardeşi

Kavala'dan sonra uzun bir yolculuktan sonra nihayet Selanik'e varabildik.. Yani yolculuğumuzun ana hedefine.. Veya şöyle diyelim: Yolculuğumuzu yapma nedenimiz olan şehre.. Neden? Çünkü Manita Bey'in ataları, ben hariç İzmirliler'in çoğu gibi buradan Türkiye'ye göçme.. Bu yüzden Selanik'i görmek en baş amaçlarımızdan biriydi.

***

Bir Selanikli'nin İzmir'e, bir İzmirli'nin Selanik'e göç etmesi ne kadar GÖÇ sayılır tümüyle şüphe içindeyim..

Ben bu kadar birbirine tıpatıp benzeyen iki şehir daha görmedim.. Birinci-ikinci Kordon'uyla, Pasaport'uyla, Cumhuriyet Meydanı'yla, Pier'iyle hakikaten delirtici bir benzerlik. Cumhuriyet Meydanı olmuş Aristotelus Meydanı, Konak Pier olmuş Limani Thessaloniki, (yani Selanik Limanı) Kadifekale olmuş Kastro, Birinci Kordon da Leof Nikis.

Tek eksik ne? Karşıyaka.. Karşıyaka'sı olmayan bir İzmir getirin gözünüzün önüne, olsun size Selanik! Tabii kıyı şeridi doldurulmamış haliyle düşüneceksiniz... Eski, bildiğimiz Alsancak'tan söz ediyorum. Aynı tip kocaman balkonlu yüksek apartmanlar, balkonlarında aynı tip tenteler, televizyonuna varıncaya kadar aynı tip yaşam.. İşin komik tarafı şu: Kadınların giyimleri (şık ve rahat), insanların karşıdan karşıya geçmeleri (yavaş), komple sokakta yaşamaları, denizle ilişkileri, sıcağı (fırrrın gibi!) meltemi, herkesin ha bire limonata ve frappe içmesi.. ve daha sayamayacağım bir sürü şey eğlenceli bir şekilde aynı..

Detaya inince bir sürü farklılık çıkıyor tabii.. Bizim Cumhuriyet Meydanı ismini taktiğimiz Aristotelus Meydanı mesela gördüğüm en güzel meydanlardan biri.. Son derece yetenekli bir şehir plancısının elinden çıkma olduğu pek belli. Binaları, ne gereğinden büyük ne gereğinden küçük boyutu, ferahlığı, cana yakınlığı, kafelerin yayılışı, trafiğin düzenlenişi.. Bizde bu kadar iyi bir şehircilik katiyen yok. Fakat aklı başında bir İzmir belediye başkanı -ki Priştina'dan sonra gelir mi bir tane daha emin değiliz- daha güzel bir İzmir için ne yapmaları gerektiği konusunda gidip Selanik'ten feyiz alabilir.

Hospitality Club'dan (hani daha önce söz ettiğim internetteki misafirperverlik kulübü) ilk defa burada biriyle buluştuk. Şansımıza o da Yunan değil Letonyalı çıktı iyi mi! Avrupa Birliği fonlarından birinden yararlanıp gelmiş buraya. Ne yapıyorsun diyoruz, hiçbir şey diyor. Hesapça Yunan gençliğinin Avrupa üniversitelerine gidebilmeleri için danışmanlık yapıyor ama Yunanlar gitmeye pek meraklı olmadıkları için buna da iş düşmüyormuş pek.

Hesapça ertesi gün bizi evinde ağırlayacaktı. Ve lakin aynı zamanda pek de sarsak, pek de dalgın olduğu için cep telefonunu artık evde unuttuğundan mı, yoksa uyuya kaldığından mı bir türlü cevap veremedi, sayesinde gece yarılan otel aramak zorunda kaldık. Böyle şeyler de oluyor tabii..

Elbette Atatürk'ümüzün evini de ziyaret ettik ve enteresan bir şekilde dört beş gündür unuttuğumuz KABA davranışlara anında maruz kaldık. Neden? Çünkü orası Türk konsolosluğuna bağlı ve dolayısıyla personel de bizim vatandaşımız, bizim memurumuz oluyor. Vergilerimle beslediğim memurum da beni bir güzel itip kakıyor..

Ben şunu bilir şunu söylerim: Türk'ün Türk'ten başka DÜŞMANI yok.





____________________________________





Gece yaşayan ülke


Selanik'e iki günde felaket alıştık. Esasen alışmadık. Zaten bildiğimiz bir yer gibiydi de, ufak tefek değişiklikleri, mesela yeni sokak cadde isimlerini akılda tutmak gibi bir durum söz konusu oldu sadece..

Bu arada Yunan alfabesini söktüğümden beri okuma yazmayı yeni öğrenmiş çocuklar gibi her şeyi ama her şeyi sesli okuyorum. 30 küsur yaşında bir kadının sokakta çocuklar gibi tabelalar önünde durup okuma antrenmanı yapması biraz komik oluyor tabii.

Şahsi yorumum alfabeleri lüzumundan kalabalık. İ sesi için üç ayrı harfleri var. Üstelik o ve i yan yana gelince de i okunuyor. Ne kadar gereksiz bir durum. Ayrıca küçük harfleri de çok karışık. Daha da fenası kelimeleri çok uzun. Bir şehrin son hecesine gelemeden tabelanın önünden geçmiş oluyoruz.

Yine de eğlenceli yeni bir alfabe sökmek. Çocukluğa dönüş.

Letonyalı arkadaşımız Ultis'in dediğine göre (sonra tekrar buluşabildik Düdük Efendiyle) bu gördüğümüz esasen ölü bir Selanik'miş. Bütün şehir ahalisi yazın Çeşme'ye, pardon Kalkidiki'ye taşınırmış. Esas kışın görecekmişiz. Gördüğümüz de bayağı hareketliydi halbuki. Herkes sokakta, bütün kafeler, barlar tıka basa doluydu.

Siesta vakti hariç tabii!
Bu nasıl bir şeydir bir Türk için anlamak mümkün değil. BÜTÜN ülke siesta zamanı resmen kepenkleri indiriyor. Benzinciler ve eczaneler dahil. Allah korusun, başımıza bir şey gelmedi ama tahmin ediyorum hastaneler BİLE siesta vakti kapalı! Selanik, nispeten daha hareketli, bir iki dükkan açık oluyor ama şehir dışları siesta vakti resmen ölüyor. O saatlerde geçtiğimiz köy ve kasabalarda bazen bizden başka hiçbir canlı yaşamıyor hissine kapıldık. Nötron bombası atılmış gibi..

Bir ara lastiğimiz patladı, açık tek bir tamirci bulamadık! Dükkanın içinden uyuz uyuz "yarın gelin" diyorlar.. Lastik ayol bu! Ne yarını!

Sonunda yalvar yakar birine yaptırabildik ama bunun için ciddi ciddi şehri tavaf etmek zorunda kaldık.

Ne oluyor böyle olunca? Bizim on iki gibi gözlerimizden uyku akarken onlar terütaze, güzellik uykularını almış, şık şıkırdım yemeğe daha yeni oturmuş oluyor! On birlerde, on ikilerde tabaklarını biri boşalıyor biri doluyor!

Akşam yedi gibi karnımız acıkıp ezkaza lokantaya oturduğumuz zaman garsonlar bize resmen "zevksiz, gustosuz" muamelesi yapıyor. Peki gece on birde yemek yiyen bu insanlar nasıl oluyor da obez olmuyor?

Asrın muamması..
Evet Yunanistan gece yaşıyor..
İçimizden hiç gelmediği halde şehri arkamıza bırakıp yola devam ettik. Meşhur, "tanrıların dağı Olimpos"un yanından geçip Meteora bölgesine gideceğiz.

Günün mönüsü: Aristo meydanında adını hatırlamadığım bir uzeride (uzo içilen yer, yani meyhane), dolmades, musakkas, garides. Çevirmeye gerek var mı?..


___________________________________




Olimpos Dağı'nda iki motor tanrısı


Selanik'i istemeye istemeye geride bıraktık.. İki saatlik keyifli bir otoban yolculuğundan sonra ("Egnatia Odos" üzerinden. Avrupa Birliği'nin Yunanistan'a en büyük armağanı. Türk sınırından en batı şehri İgumenitsa'ya kadar uzanan 680 kilometrelik dev bir otoban. Henüz 400 kilometresi bitti, gerisi inşaat halinde..) Olimpos Dağı'na vardık..

Yüzyıllarca tanrıların oturduğu dağ olarak kabul edilen meşhur Olimpos'a ayak basmak da kısmetimizde varmış.. Tatlı su dağcıları olarak elbette ki sadece eteklerine.. Zirve, daha hırslı arkadaşlara armağanımız olsun.

Olimpos'un neden "tanrıların dağı" seçildiğini insan anlayabiliyor. Belli bir tarafından bakınca dağın içine bir kapı açılıyormuş gibi görünüyor. Esasen bir vadi ama ışık
ve sis öyle bir oyun oynamış ki insanda "burada bir şeyler oluyor" hissini yaratıyor.. Sanki oradan ancak ölümsüzler geçebilirmiş gibi.. Veya bir geçen bir daha dönmezmiş gibi.. Veya girmeyi başarabilen ölümlüler ölümsüz olurmuş gibi.. Veya cezalandırılırlarmış gibi..

Veya.. Ben öyle görmek istedim. Grek mitolojisiyle bir zamanlar fazla haşır neşir olmuş biri olarak zihnimin bana oynadığı bir oyun da olabilir.. Yoksa bildiğiniz dağ. Çamlı mamlı, çiçekli böcekli.. Görmek istesek başka dağlarda da kapı gibi görünen gizemli vadiler görürüz herhalde değil mi..

Dağdan inip Larisa tarafına yola koyulduğumuzda daha evvelki sıcakların bir hiç olduğunu fark ettik. Resmen bir fırın içinde gidiyor gibiydik. Veya yangın içinden..
Hayatımda hiç bu kadar sıcakladığımı hatırlamıyorum.. Cehennemi bir şeydi. 120 kilometre hızla gidiyor olmamıza rağmen terliyorduk! Motor montu falan giymenin imkan ihtimali yoktu. Sıcaktan insanın midesi bulanıyor. O süratte tişörtle gittiğim halde yine de bunaldım..

Bir ara o kadar sıcak oldu ki altımızdaki motor yanıyor sandım. Dedim, herhalde motor tutuştu ve biz farkında bile değiliz. Sanki ateşin üzerinde oturuyorduk. Öyle acayip bir şeydi..

Yetmiyormuş gibi bir de yanlış yola girdik.. O cehennem sıcağında 66 kilometre de fazladan yaptık. Allah'ım korkunç bir şeydi!.. Tanrıları dağlarına çıkarak kızdırdık mı ne..

Neyse ki sonra yol cehennemden çıktı da ufak ufak dağlara doğru çıkmaya başladık..

Ah! Birden doğa nasıl da değişiyor dağlara vurunca! Nefis bir ırmağın paralelinden, kıvrım kıvrım bir vadi içinden ilerlemeye başladık.. Kalambaka'ya kadar belki de Yunanistan'ın en güzel yolunu kat ettik.

Ve sonunda manastırlar bölgesi Meteora'ya ulaştık.. Artık ülkenin tam ortasındayız.



________________________________________________



Meteora

Şimdi bu bölgeyi fotoğrafsız anlatmak ne kadar mümkün tümüyle şüphe içindeyim.

Önce coğrafyayı tarif etmek lazım.

Bizim Kapadokya'yı gözünüzün önüne getirin. Yumuşacık yuvarlacık vadilerini, tümseklerini, peri bacalarını, irili ufaklı tepelerini. İşte bir ölçüde ona benzeyen ama vadileri daha derin, peri bacaları daha yüksek ve geniş olan bir yer.. Her bir peri bacası -tepesinde şapkası yok-diyelim ki 60-80 metre yüksekliğinde ve tepesindeki düzlük az 200 metrekare genişliğinde.

Burası bir zamanlar bir iç denizmiş. On milyon yıl önce dikey tektonik hareketler olmuş ve komple denizin dibini eğimli olarak dışarı çıkartmış. Aynı tektonik hareketler dağlan birbirine itmiş ve o sırada derin çatlaklar oluşmuş.

Zaman içinde yağmur, rüzgar nedeniyle kayaların araları erozyona uğramış ve ortaya gökdelen gibi, ince uzun kayalar çıkmış.

İşte doğanın komik oyunlarından biri olan bu uzun ince kaya parçalarının üzerine keşiş arkadaşlar tutmuş manastır inşa ermiş..

İnanılmaz bir şey! Sapıkça mı diyeyim, azmin gücü mü diyeyim, Allah inancı nelere kader mi diyeyim..

Yani hakikaten acayip.. Gerçek değil gibi.. Sanki "Alis Harikalar diyarında" dolaşan iki tane elma kurduyuz da (hikayede yoktu değil mi öyle iki karakter.. Neydi? Tırtıl mıydı?) mantarların tepesinde evcikler görüyoruz da şaşırıyoruz.

O kadar gerçekdışı.. O kadar masalsı..

Bölgenin ismi Meteora "havada asılı olan" demek zaten. Muallak yani. (Hz. Muhamed'in üstüne bastığı muallak taşını hatırlayın. Veya "muallakta kalma" deyimini) Manastırlar da zaten havada asılı gibi duruyor. (Astronomideki "meteor" kelimesi de aynı kökenden geliyor..)

Her bir manastır kayanın genişliği kadar..
Bir metre içeriden yapalım demek yok.. Kayanın tepesi kaç santimetrekareyse o kadar santimetrekare kullanılmış. Tek karış yer ziyan edilmemiş.. Öyle bir tutumluluk olayı.

11. yüzyılda başlamış keşişler buralara gelmeye.. Mağaralarda yaşamışlar önce. Sonra bizimkiler, Osmanlılar yani, Yunanistan'ı fethetmeye başlayınca, keşişler Ortodoksluğu korumak uğruna buralara çekilmiş.. Türk korkusu yani bu manastırları yaptıran.

Bir zamanlar yirmi dört adetmiş. Şimdi sadece altısı aktif halde. Kimi manastırlar da rahipler, kimi manastırlarda rahibeler yaşıyor.

Manastırlar birbirleriyle bir asfaltla bağlı.. Birbirleriyle aralarında motorla beş dakika mesafe var.. Asfalttan her bir manastıra en az beş on dakika tırmanmak gerekiyor. Şimdi merdivenlerden çıkılıyor, eskiden file ile çıkılıyormuş. Fileye oturuyorsun, genç rahipler veya rahibeler seni makarayla çekiyor.. İpler ne zamanda bir değiştiriliyormuş peki? "Allah kopmasına izin verince". Yani bir rahip veya rahibe mortingen olunca.. Bırrr..

Her bir manastıra giriş 2 Euro. Ziyaretçiler belli bir bölümünü gezebiliyor. Her bir manastırın içinde de bir hediyelik eşya dükkanı var. Rahip manastırlarında ikonlar, rahibe manastırlarında dantel işleri satılıyor.. Maşallah her bir manastır ticarethane gibi çalışıyor.

Aklıma bir zamanlar annemin "rahibe işi" diye dünya paraya satın aldığı bir dantel örtü geldi.. Kim bilir, belki de buradan gelmişti..

Demek istediğim, din min, Allah, peygamber, bir yere kadar.. İşin içine turizm girince herkes bir yerinde tırtıklıyor.. Kimisi çocuğunun kolej parası için (Yunanistan'da da bizim gibi herkes çocuğunu özel okula göndermek istiyormuş) kimisi ise kilisenin çanını değiştirmek için..


_______________________________________




Yanya'da bir Alamancı çocuğu

Bitmek bilmeyen Pindos Dağları'nı nihayet aşabilip Yanya'ya (Ioannina) ulaşabildik. Yanya komple bir sürprizdi. Pindoslar'ın eteğinde nefis bir göl kenarı şehri. Hiç ummadığımız kadar sevimli, hiç ummadığımız kadar güzel bir şehir. Osmanlı'nın izleri en çok burada kalmış sanki.

Tabii buna Osmanlı izi demek ne kadar doğru bilemiyorum. Tepedelenli Ali Paşa'nın şehri demek daha doğru. Osmanlı Valisi olarak şehri yönetir ve isyan eden Rum'ları fena halde tepelerken bir süre sonra yarı bağımsız bir idare kurmuş, epeyi bir kafasına göre takılmış, camiler, külliyeler, saraylar yaptırmış, komşu ülkelerle anlaşmalar imzalamış, ticaret gelişsin diye vergileri kaldırmış, onu yapmış bunu yapmış, kendini neredeyse Yanya padişahı ilan edecekken...

Tabii ki bir süre sonra İstanbul'un canını fena halde sıkmış, görevinden azledilmiş, takmayınca üzerine ordu gönderilmiş ve nihayetinde gölün ortasındaki minik adada.. Kafa küt!

Sonuç olarak, tarihte bir dönem merkezi idareden bağımsız kalabilmiş her şehir gibi güzel ve sevimli. İnsan burada bir zamanlar bir numaralar dönmüş olduğunu hissedebiliyor.

Buranın en büyük sürprizi Misafirperverlik kulübünden Lefteris'in bizi ağırlayacak olması. Göl kenarında genç işi bir motorcular kahvesinde buluştuk. Orta yaşlı inşaat mühendisi bir adamcağız. Karısını ve çocuklarını kayınvalidesinin yanına yazlığa göndermiş, şehirde yalnız takılıyor.

Bizi akşam yemeğine göl kenarında bir tavernaya götürdü. Böyle tipik bir rakı, pardon uzo sofrası kuruldu. Mezeler, börekler ve bilin bakalım ne?

Ortaya karışık et! Aynı bizim usul kenarında pişmiş domatesler, biberlerle bir et tabağı geldi ki içinde yok yok! Kaburga, köfte, biftek, pirzola veee...

Kokoreç!

"Hani" dedik "AB size yasaklamıştı kokoreçi?" "Bir b.k yapamazlar" dedi tam bir delikanlı edasıyla..

Yunanistan'la ilgili merak edip kimseye soramadığımız, kutsal kitap Lonely Planet'de de bulamadığımız ne kadar abuk subuk soru varsa hepsini sorduk Lefteris'e.

Sonra süper komik bir mevzuya girdik. Hangi ülkenin Alamancıları daha Alamancı!!

Bildiğiniz veya bilmediğiniz gibi 40 yıl önce nasıl Türkiye'den binlerce insan çalışmak için Almanya'ya gitti aynı şekilde Yunanistan'dan da binler insan tası tarağı toplayıp Berlinlere, Hannoverlere, Hamburglara gitti. Ülkede 11 milyon insan yaşıyorsa 5 milyon da yurtdışında yaşıyor. Daha çok Amerika, Kanada ve Avustralya'da olsa da Almanya'da bir miktar nüfusları var.

Lefteriz de meğer Alamancı çocuğuymuş. Anlattığı hikayeler hemen hemen bizim hikayelerle aynı. Muzla ilk defa tanışmaları, Bavyera tüylü şapkalarla dönmeleri, Mercedesleri, Audileri, bütün paralarını ev almak için biriktirip sonra tefeciye kaptırmaları, bir süre sonra iki kültüre de ait olamamaları, ne Alman ne Yunan olma durumları, parçalanan aileler, Alman gelinler, damatlar ve bunların yarattığı krizler..

Ah! Nasıl da aynı!

İnsan inanamıyor. Biz bu ikiz kardeşimizle mi küstük bilmem kaç yıl? Hakikaten saçmaymış..



______________________________________________



Yess bradır! Yess bradır!

Her ne kadar artık Korfu adasına geçtiysek de Yanya'da (İoannina) başımıza çok acayip bir şey geldi.. Yazmadan edemeyeceğim..

Şehrin dar sokaklı, güzel, cumbalı Osmanlı'dan kalma evlerle dolu kaleiçini gezerken karşımıza Aslan Raşa Camii çıktı. Bir güzel tamirini, bakımını yapıp müzeye çevirmişler. Bir Euro karşılığı gezilebiliyor. (Türkiye'de AHIR veya OTOPARK veya ÇÖPLÜK olarak kullanılan, dahası bir güzel bombalanıp yerle bir edilen kiliseleri hatırlatırım..)

Girdik dolaşıyoruz. Caminin külliyesinde ise küçük sevimli bir etnografya müzesi var. Adamcağızın birinin özel koleksiyonu. Girişte de zaten kendisi duruyor. (Doğru okuduysam ismi Rapakoisi.) Eski kıyafetler, kemer tokalan, takılar, tüfekler, kamalar, kılıçlar, paraların yanı sıra bizim Tepedelenli Ali Paşa'nın meşhur iki metrelik oymalı kakmalı, kehribarlı, gümüş marpuçlu tütün çubuğu falan var.

Koleksiyonun sahibi müzeye girerken herkesin eline bir çok dilde yazılmış müzeyi açıklayan bir kağıt veriyor. Hangi dili konuşuyorsunuz diye sorunca "Türkçe" dedik. Utanarak "Türkçe yok, İngilizce olur mu?" dedi. Olur tabii dedik, aldık kağıdı, dolaşmaya başladık. Zaten müze orta büyüklükte bir odadan ibaret. Derken, bir iki dakika sonra, adamcağız arkamızdan gelip bir elini benim, bir elini Manita Bey'in omzuna attı. Gülümseyerek, kırık dökük İngilizce'siyle "Biz arkadaş değiliz!" deyip Rumca bir şeyler söyledi. Az sonra yine İngilizce "Biz arkadaş değiliz!" deyip Rumca devam etti. Dediği laf ters bir laf ama yüzü gülümsüyor!

Şaşkınlıkla yüzüne bakarken, bir başkasını çağırdı ve ona Rumca bir şeyler sordu.

Meğer şunu demek istiyormuş: "Biz arkadaş değiliz, biz KARDEŞİZ!" Kardeş kelimesini hatırlayamıyormuş bir türlü!

"Yess bradır, yess bradır!" diye diye nasıl sarılıyor bize! İnanılır gibi değil!

Tüylerim diken diken oldu. Göz yaşlarımı zor tuttum. Hakikaten acayip ve beklenmeyen bir şeydi. O güne kadar şöyle şeyler gelmişti hep başımıza: Bir kere kötü veya sevimsiz bir davranışla da hiç karşılaşmadık. Dahası otel resepsiyonuna Türk pasaportumuzu verince 3-4 resepsiyoncu otomatik olarak "bizim hiçbir problemimiz yok Türklerle. Hepsi politikacıların işi. Ülkemize hoş geldiniz.." dediydi. Hatta iki tanesi "hoş geldiniz" lafını Türkçe söylediydi. Fakat Yanya'daki hadise hepsini geçti. Birbirini tanımayan insanlar müzenin ortasında birbirine sarılıyor.. Bir taraf Türk bir taraf Yunan diye.

Elimizde adamacağızın hediye ettiği kartpostallar şaşkın şaşkın çıktık müzeden.

Artık şaşkınlıktan mıydı, cehennem sıcağı yüzünden miydi, Türklerden beri değişmemiş olan, daha doğrusu değiştirilmemiş olan kaldırım taşları yüzünden miydi bilemiyorum küt!.. Motoru devirdik.

Bu yolculuğun başından beri motoru ikinci devirişimiz.. Bize bir şey olmuyor ama her defasında ayna bağlantı yeri kırılıyor.

Yanımızda seloteyp olmadığı için her seferinde neyle tutturduğumuzu bir bilseniz..

Plajda futbol.. Delikanlı kızlar.. Beyaz pantolon giymeyen inşaat mühendisi kız.. Özel günler., desem?!!

Evet komik, evet biraz saçma ama.. İşe yarıyor!

(McGyver dizisini hatırlayan var mı?)



_________________________________________






Kutsal kitap cezasını verdi

Yunanistan seyahatimizde varabileceğimiz en uzak noktaya vardık. Yunanların “Kerkira” dedikleri, Yunan hariç herkesin “Korfu” dediği adaya.. İtalya’nın topuğunun hemen berisinde, büyücek bir ada.

Buraya Yunanistan demek ne kadar doğru tümüyle şüphe içindeyim. Zamanında buraya 400 yıl hakim olan Venedikliler etkilerini o kadar bırakmışlar ki İtalya’da mıyız Yunanistan’da mı belli değil. Venedik’in kanalsız hali de denilebilir.
Bizimkiler buraya ayak basamamış. Dört kere kuşatmışlar fakat sonuç hep başarısız olmuş.

Venedikliler’den sonra İngilizler gelmiş ve onlar da kriket sahası, Liston gibi şık caddeler bırakmışlar geriye.. Liston ismi de ilginç. Lefteris’in iddiasına göre İngiliz zamanında söz konusu bu caddeye herkesin girmesi yasakmış, sadece listede adı olanlar girebiliyormuş. Listede manasına gelen “On list” lafı Liston şeklinde caddeye ismini vermiş.

Genel olarak şık bir ada. Fakat felaket turistik!

İtalyan etkisi hâlâ sürüyor çünkü ada komple İtalyan turistle dolu. Feribotla iki üç saat uzakta olduğu için ipini koparan İtalyan buraya gelmiş. Ülkenin başka yerlerinde görmediğimiz ne kadar dejenerasyon varsa hepsi burada.. Dükkan isimlerini Grek değil de Latin alfabesiyle yazmalar, İtalyanca mönüler, İtalyanca tabelalar, pizzacılar, İtalyanca konuşan dükkancılar -ki başka yerlerde İngilizce konuşan bile olmuyor çoğu zaman- sokaklarda el ilanları dağıtmalar, hap yap para kap turları, turistik denizaltı gemileri..

Ve McDonalds! Ülkenin başka hiçbir yerinde görmediğimiz McDonalds burada mevcut. Dediklerine göre McDonalds Yunanistan’da hiç tutunamamış. O kadar uğraşmışlar, bana mısın dememiş. Atina’da mı ne varmış bir tane onun dışında yok. Komşu “plastik” yemeği reddetmiş anlayacağınız. Fakat iş Korfu’ya gelince İtalyanlar ve İngilizler sayesinde Yunan gustosu ikinci planda kalmış.

Aynı dejenerasyon elbette ki esnafta da var. Öğlen vakti, açlıktan gözümüz dönüp rehber kitabımız Lonely Planet’in tavsiyelerini es geçip ilk bulduğumuz yere oturunca Hanya’yı Konya’yı anladık.

Manita Bey, tutturdu Yunan döneri “Giro” yiyeceğim diye. İyi. Köşe başını tutmuş bir lokantada, camın üstünde döner resmi gördük, tamam dedik oturduk. Her zamanki gibi önden Yunan salatası, sarma ve bira ısmarlayıp giromuzu beklemeye başladık. Salata berbat, sarma vasat ama ses etmiyoruz.

Sonra ben uyandım. Yahu dedim ben döner tezgahı görmedim, bunlar ızgarada yapıyor olmasın.. Manita bey hemen koştu mutfağa ve evet dediğim gibi. Siparişi iptal etti. Biramızı içip başka yere gideceğiz.

Lokantacı beş dakika sonra döneri getirdi. Yok diyoruz, biz iptal ettik, çok geç diyor, zorla önümüze koymaya çalışıyor. “Hayır bu istediğimiz değil” diyoruz, “sen aşçı mısın, ne anlayacağın aradaki farkı” diyor.

Bize!?! Dönerin memleketinden gelmiş öz be öz iki Türk’e!?!

İtiş kakış derken sinirlendi “Pay and go!” (ödeyin ve gidin!) diye bağırdı.

Yok ya! İnadına oturduk tabii. Derken sarmanın birinin üzerinde bir kıl gördük. “Bu ne?” dedik “ne ne?” diye cevap verdi. “Kıl ulan bu!” diyoruz “belki senin kılındır” diye dikleniyor. Sonunda gerilim o kadar arttı ki adam “don’t pay and go!” (ödemeden gidin) diye ciyak ciyak bağırmaya başladı..

Canımıza com com, biramızın kalan kısmını da bitirip kalktık. Ve tabii ki kutsal kitap Lonely Planet’in tavsiye ettiği Nino’nun Yeri diye bir yere gittik.. Öz hakiki bir esnaf lokantası çıkmasın mı! Aynı bizdeki gibi cam arkasında yemekler, seç beğen al model.. Nefis dönerler, nefis ayşe kadın fasulyeler, nefis patlıcan oturtmalar.. İstanbulluyuz diye bira ikram etmeler.. Daha ne olsun..

Demek ki neymiş? Rehber kitaplara ihanet edilmeyecekmiş. Pay and go! Don’t pay and go! Yürrrü..

__________________________________________________ __



Preveze’de bir balkon

Yunanistan seferi yavaş yavaş sona ermekte.. Artık dönüş yoluna girdik. İgumenitsa’dan kıvrımlı bir yoldan Preveze’ye vardık..

Meşhur deniz savaşımızın olduğu yer. Lise tarih kitaplarında okuyup durduğumuz yerler. (Nasipse “Eflak” ve “Boğdan”ı da görmek istiyorum ileri bir vakitte..)

Çoğunuzun sözünü ettiğim yerleri hatırladığı yok, biliyorum. Herkeste benim gibi zehir bir hafıza yok. Manita Bey mesela Preveze ismini ilk defa duyuyormuş sanıyor. Ne Yanya’yı, ne Tepedelenli Ali Paşa’yı ne Preveze’yi ne Barbaros Hayrettin Paşa’yı ne Haçlı Donanması komutanı meşhur Andrea Doria’yı ne Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı hatırlıyor..

Halbuki deli gibi okutmuşlardı bize bu isimleri..

İyi bir hafıza bir hediye midir yoksa bir lanet midir bilemiyorum. O bütün yolculuk boyunca tüy gibi dolaşırken ben hafızamın çekmecelerinde ne var ne yok ortaya yığıyorum ve sonra onları taşıyorum..

İyi bir hafıza, tarih derslerini hatırlamak bakımından iyi olabilir belki de her söylenen lafı hafızaya nakşetmek gibi de bir yan etkisi var. “Delete” tuşuna basıp yok etmek istediğim o kadar çok şey var ki..

Yazık ki hafızamın “delete” tuşu yok.. Yazar kasa gibi her şey kayıtlı, kuyutlu..

Rehber kitap Lonely Planet’in - “kutsal kitap” - “geçiniz gidiniz, fazla takılmayınız” dediği yerdeyiz.. Manastırdı, arkeolojik siteydi yok hakikaten.

Ve lakin..

Ve lakin kaldığımız otelin -Minos- odasının bir balkonu var ki..

Hayır, bir halta benzediği yok.. Biddiricik bir şey.. Yeri mozaikli beton. Balkon demiri bildiğimiz alelade bir ferforje. Toplam 2 metre var yok..

Ve lakin..

Nasıl anlatmalı bilmiyorum ki..

Hani insanın çocukluğunda “bağımsız” bir “yetişkin” olduğunda hayal ettiği evler, yurtlar, meslekler vardır.. Öyle çok keskin hayaller değildir.. Bir şehir vardır gözünün önünde.. Adı belli değildir ama ağacı vardır, nehri vardır gözünün önünde. Evet dersin, büyüyünce öyle bir yerde yaşayacağım. Veya bir iş düşünürsün, arazide olsun dersin.. Evet dersin ne yapacağımı bilmiyorum ama büro işi olmasın..

Benim hayalim sadece bir balkondu..

Bakımsız bir bahçeye bakan, önünde kurumuş bir ağaç olan, çatı gören, uzaktan müzik sesi ve kahkahalar gelen bakımsız, küçük bir balkondu..

Kış güneşinde çıkıp kitap okuyacağım, kedi seveceğim bir balkon.

***


Yunan gençliği kasabanın dar sokaklarındaki yüzlerce tavernada dağ gibi kalamarlar, karidesler, midyeler tüketirken, ben hayalimin balkonumda gecikmiş bir mutluluğu yaşıyorum..

Rehber kitaplar bunu yazmıyor tabii.. Nereden bilebilir ki Avustralyalı Kate kardeş, (Lonely Planet yazarı) bir Türk kardeşinin böyle tuhaf bir şey yaşayacağını.

Bilinmez böyle şeyler.. Bilinmemeli de..

Seyahat dediğin böyle tuhaf bir kendi kaderini, kendi gecikmiş hayallerini yaşama hadisesi..

Köhne bir otelin, köhne bir odasının, köhne bir balkonunda..

Sevgili rüyalarında bir başkasını görürken..


_____________________________





Yine dağlar, yine dağlar!

Haritaya baktık, Preveze’den Volos’a dümdüz bir yol görünüyor. Hem de kırmızı. Yani otoyol denilen cinsten. Dedik şahane! Bastırdık mı üç saatte oradayız! Üstelik ortalarda bir yerlerde bir baraj gölü de var, dedik şahane manzara eşliğinde, İyon kıyısından Ege kıyısına zart diye çıkacağız..

Sabah bulduk yine bir börekçi, ettik kahvaltımızı, çıktık yola.. Bir süre otobandan gittikten sonra büyük bir “güven” ve “inançla” saptadığımız rotamıza uymak maksadıyla canım otobandan çıktık.

Minik sevimli tepeler üzerinde ufak ufak yükselmeye başladık.. Çok uzaktan da baraj gölünü gördük, dedik, tamam, doğru yoldayız.

Ve lakin bir süre sonra ben harita üzerinde saptadığımız yolu bulamaz oldum. Geçmemiz gereken köyleri ve kasabaları bir yere kadar geçtik, sonra başka şeyler çıkmaya başladı.

Köy kahvelerine girip ha bir yol soruyoruz. Komple Tarzanca konuşuyoruz ve anlaşabildiğimiz kadarıyla her kahve ahalisi başka bir yol tarif ediyor.

Sonunda ormanlık bir alanda tamamen kaybolduk. Aşmamız gereken baraj gölü de yok ortada.. Gidiyoruz ama nereye..

O kırmızı diye pek güvendiğimiz yol bizi götüre götüre Yunanistan’ın en sefil köyü olduğunu tahmin ettiğim bir köye götürdü.

Sonra? Sonra arkadaşlar, yol bir güzel bitti. Evet. Komple finito. Döndük kahveye, soruyoruz “nerede yol?” “yol mol yok!” diyorlar. “Çok istiyorsanız bir patika var, 10 dakika sonra asfalta bağlanıyor.”

Haydaa! Geldiğimiz bütün o yolu geri dönemeyeceğimize göre girdik taşlı patikaya..

Git Allah git, bitmiyor bir türlü.. Sonra daha saçma bir şey oldu, o taşlı patika birden üçer şeritli bir OTOBAN oldu. Yol önce asfalt oldu, sonra giderek genişledi şeklinde değil. Patika otoban oldu!

10 dakika sonra üçer şeritli otoban bitti. Tamamen. Hiçbir yola falan bağlanmadan. Yine cetvelle çizilmiş gibi bir sınırla.

Hiçbir yerden BAŞLAMAYAN, hiçbir yere BAĞLANMAYAN 10 dakikalık bir otoban neyin nesiydi en ufak bir fikrimiz yok. Uçak pisti olamaz virajı var. Devam etmeye kalksa son uğradığımız köyü komple yıkar geçer, öbür taraf zaten göl. Ne o zaman?

Sanki havadan uçakla asfalt taşırken yanlışlıkla oraya düşürmüşler de hazır düşmüş, yola çevirelim bari demişler.

Sonunda tek şeritli bir asfalta kavuştuk. Önce tırmandık sonra baraj gölüne doğru inmeye başladık. Bu arada bizden başka kimse yok ortada. Sincaplar, kertenkeleler ve biz.

O güne kadar Yunanistan’da gördüğümüz en güzel en vahşi doğanın içindeydik. Turkuvaz renkli nefis bir göl, içinde adacıklar, etrafında çınar ormanları, öten kuşlar, koşuşturan hayvanlar.. Gölü aştık ve umuyoruz ki bundan sonrası ova..

Ha hayt! Meğer biz dağlara yeni başlamışız! Diyoruz bu bitince ova! Hayır! Daha yüksek bir tane çıkıyor arkasından. Hadi bu bitince ova olsun diyoruz.. Hayır. Biri bitiyor biri başlıyor.. Çıktık mı yine bin yedi yüz metrelere... O kadar virajlı ki yollar on kilometreden hızlı gidilemiyor.. Vöh..

Yunanistan’da topu topu BİRRR tane sıra dağ var ve biz hıyar gibi onu sağdan sola, soldan sağa olmak üzere İKİ kere aştık. Üstelik hiç niyetimiz yokken.. Daha salakça bir şey yapamazdık herhalde. Dönsene ovalardan! Gece yarısı pestil vaziyette vardık Volos’a.. Bir daha altı ay boyunca dağ mağ görmek istemiyorum. Memleketimin ovalarını istiyorum! Geliyorum canım Türkiyem, bekle beni!

Biraz uzun olduğunu farkındayım...Ama sıkılmadan okuyacağınızı umut ediyorum...
Seneye bende işte böyle bi gezi yapmak istiyorum...Hatta seneye ondan sonraki sene ve dier senelerde.....Altımda ısınmış motorun verdiği duygu burnumda kekik kokularıyla yazın devri alem yapmak istiyorum......:D