Toplantının en “top” konuları gündeme geldiğinde, bendeki emniyet süpabının atacağının ilk sinyalini aldım: Dikdörtgen masanın başındaki “laci”leri çekmiş, ekşi suratlı adamlar gözümün önünden silinmiş, sadece karşıma dizilmiş kazık kazık kravatlar görür olmuştum.



Sürpriz Aralık güneşi de camın ötesinde parladıkça parlıyordu. İşin kötüsü evimin önünde sabırla beni bekleyen makinama sahip olmanın yolu, güneş yerine bu kravatlılarla olmamdan geçiyordu. Plazanın 28. katındaki; yeşilinin üzerine gecekondularını takıp takıştırmış İstanbul manzaralı ofise tırmanmanın kolay olduğunu asla söylememiştim ki!
Toplantı biter bitmez fertiği çektim. Evin önüne gelip yavrumun gümüş nitratlı, tozlu “cover”ını açarken neşemi bulmuştum. Öyle ki örtüyü kolumun altına alıp eve çıkartırken, bilmemkaç dolarlık ceketime bulaşan kirlere bile sevgiyle baktım. Bunlar benim kaçabildiğimin müjdecileri değil miydi? Kirlenmek; dışarda olmanın, özgür olmanın bir göstergesiydi bana göre. İş yerindeki ofisim torunlarıma yetecek kadar temizdi.

Motorumu çalıştırdığımda demir atım gürleyerek içini dökmeye, yollara özlemini anlatmaya başladı. Sesi, kulaklarımdan girip ruhumu temizliyor; pistonlarda ürettiği güç, saf adrenalin olarak kanımda kaynıyordu. Yola koyulduk; kaçmaya başlamıştık; başarmıştık. Ama nereye kaçıyorduk? Bilmiyordum.

Benzincideki marketin önünde dikkatimi çekti. Sarı saçları ve siyah deri ceketi ile hoştu.Gözlerindeki “al beni” bakışı makineme yönelik olsa da sormadan edemedim: “Gelmek ister misin?” Ses çıkarmayınca biraz daha bastırdım “Gezeriz biraz”. Gözlerini Intruder’imin göbeğine rahatça yerleşmiş kromaj güruhunun şavkından ayırmadan konuştu: “Gelirim, ama istediğim yere gidersek”. Bu kez de Caddeyi turlamak zorunda kalacağım diye düşündüm. Yine de sordum: “Nereye gitmek istiyorsun?” Bana bakmadan yanıtladı: “Akşam güneşi mağralarına”. Ne çeşit bir espirydi bu? Ayıp olmasın diye gülümseyerek sordum: “Nerede?” Sesi bu kez meydan okur gibiydi: “Şile’de”. Kız ciddiydi. Ortalama 80 km.lik yol... “Üşümez misin?” Bakışları biraz daha dikleşti: “Hayır”, sonra alaycılıkla ekledi: “Ya sen?..” Yapacak birşey yoktu. Gerçek bir kaçış olacaktı bu. Yedek kaskı başına geçirdim, ellerini ceplerime sokarak belime sıkıca sarılmasını sağladım ve Şile’ye doğrulttum motorumu. Tabii güneşin kaçmaması için dua etmekten de kendimi alamadım!

Yazları hep giderim Şile’ye. 1. Köprüden, Ümraniye üzerinden; 2. den ise doğrudan Şile levhalarını izleyerek… Ankara yönünden gelirken ise Pendik’den saparım. Merkezden de kirlilik yüzünden girilmez ama Ağlayan Kayalar uygundur yüzmeye. Oteli de, pansiyonu da, kampı da boldur. Çevreyi de yolu da bilirim yani. Oysa bu mevsimde çevre garip bir şekilde farklıydı…ıssızlaşmıştı. Şişme can yeleği satıcıları ile ‘kendin pişir kendin ye’cilerden geriye sadece tahta barakalar kalmış; metruk restoranların tozlu pencereleri, önünden geçenlere kötü kötü bakar olmuştu. Bir süre sonra elini omzumda hissetim; ana yoldan ayrılmamı işaret ediyordu. Daldım; kaçmayı ben istemiştim ne de olsa. Kıvrıla büküle ilerleyen tekinsiz bir yolda, doyumsuz manzaraların içinde buldum kendimi. Ve sağda bir köy: Yeşil Vadi... Eski Şile yoluydu bu yol! Otoban yapılmadan önce kullanılan, şimdilerdeyse aceleci tatilcilerce güzelliği hiç önemsenmeden bir kenara atılmış güzel Şile yolu.

Şile'ye vardığımızda kasabanın içinden geçirip bir tepeye çıkarttı beni. Meşhur Ağlayan Kayayı kuş bakışı görüyorduk. Manzarayı seyredereken aklıma geldi: “Adın ne?” Kısaca cevap verdi: “Leyal” (geceler). “Nerede bu mağara, hiç duymamıştım”. Parmağıyla uçurumu işaret edereken: “Aşağıda” dedi. “Çoğunluk bilmez, bazı yerliler bile …Sadece akşam güneşi vurduğunda görünür olur çünkü; diğer zamanlar gözlerden saklıdır”. Gözlerimi manzaradan alamadan motoru toprak yolun kenarına çektim. Her bir yere iki teker üzerinde gitmeye alışmış bacaklarım bu silik patikadan zar zor inerken o önden giderek anlatmaya devam ediyordu: “Çok mağra var buralarda” diye sürdürdü konuşmasını, “ama çoğuna sadece denizden gidilir. Deniz dalgalıyken ise tehlikeli oluyor”.

Birkaç dakika sonra mağrayı gördüm. Sakin, saklı, sıcak İnanılmazdı. İçi derine, önü ise engin denize doğru sınırsızca uzanıyordu. Doğru yere getirmişti beni. Sınırsızca kaçmak isteyenlere göreydi burası.

Gece kara örtüsü ile sahnenin perdesini kapayınca merkeze dönüp Şile bezi perdeleri ile gizlediği boş odaları olan şirin bir pansiyonun lokantasının önünde durdum. Bu gece?.. Kim bilir?.. Yaşamın kuralıydı bu; bazen evet, bazen hayır. Kaçarken bile engeldi kurallar! Yemeğimizi yerken camın önüne park ettiğim motoruma gözüm takıldı. Hayır; yaşamda beni engelsiz kaçıran birşey vardı... Bir tebessüm yayıldı dudaklarıma. Yaşamın kurallarına kelek attıran dostum dedim içimden. Kaçışlardaki gerçek dostum. “Neden gülümsüyorsun?” diye sordu. Beyaz bir yalan söylemenin zararı yoktu: “Sen yanımdasın ya” O da uzun uzun motora baktı, ardından gözlerini makinadan ayırmadan konuştu: “Seninle geldiğim için ben de mutluyum”. İkimiz de biliyorduk; biz aslında üç arkadaştık.

Ayın önerisi: Kış aylarında motora binecek olursanız, üşümeseniz de maske takın; sinüzitin sinsice gelişen ve yıllar sonra kendini belli eden bir hastalık olduğunu unutmayın. İyi gezginlikler.

Motosiklet Dünyası Dergisi 55. sayı
Sayfa: 52,53,54
Tarih: 01/01/2001 Metin: Elvin Azar
Fotoğraf: Faramarz Azar